2 Haziran 2013 Pazar

İNGİLİZ CÂSÛSUNUN İ’TİRÂFLARI ve İngilizlerin İslâm Düşmanlığı


İNGİLİZ CÂSÛSUNUN
İ’TİRÂFLARI ve
İngilizlerin İslâm Düşmanlığı 

Hakîkat Kitâbevi Yayınları No: 8
 
Terceme eden
M.Sıddîk Gümüş Altmışüçüncü Baskı
Hakîkat Kitâbevi
Darüşşefeka Cad. No: 53 P.K.: 35
34083
Tel: 0212 523 45 56-532 58 43 Fax: 0212 523 36 93 http://www.hakikatkitabevi.com.tr
e-mail: bilgi@hakikatkitabevi.com.tr Fâtih-İSTANBUL
MAYIS-2009
TENBÎH
Misyonerler, hıristiyanlığı yaymağa, ye- hûdîler, Talmûtu yaymağa, İstanbuldaki Hakîkat Kitâbevi, islâmiyyeti yaymağa, ma- sonlar ise, dinleri yok etmeğe çalışıyorlar. Aklı, ilmi ve insâfı olan, bunlardan doğrusu- nu iz’ân, idrâk eder, anlar. Bunun yayılması- na yardım ederek, bütün insanların dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmalarına sebeb olur. İnsanlara bundan dahâ kıymetli ve da- hâ fâideli bir hizmet olamaz. Bugün hıristi- yanların ve yehûdîlerin ellerindeki Tevrât ve İncîl denilen din kitâblarının, insanlar ta- rafından yazılmış olduklarını kendi adamla- rı da söyliyor. Kur’ân-ı kerîm ise, Allahü te- âlâ tarafından gönderildiği gibi tertemizdir. Bütün papazların ve hahamların, Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği kitâbları dikkat ile ve insâf ile okuyup anlamağa çalışmaları lâ- zımdır.
__________________
Hâşâ zulm etmez hiç, kullarına Hüdâsı! Herkesin çekdiği, kendi işinin cezâsı!
Baskı: İhlâs Gazetecilik A.Ş.
29 Ekim Cad. No: 23 Yenibosna-İSTANBUL Tel: 0.212.454 30 00
ISBN: 975-92119-8-X
ÖNSÖZ
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Mâide sûresinin seksenikinci âyetin- de, (İslâmiyyetin en büyük düşmanı, yehûdîler ve müşriklerdir) buyur- du. İslâmiyyeti içerden yıkmak için, ilk fitneyi çıkaran yehûdî, Yemenli Abdüllah bin Sebe’dir. Hakîkî müslimân olan (Ehl-i sünnet)e karşı, (Şî’î) fırkasını kurdu. Her asrda, şî’î âlimi olarak ortaya çıkan yehûdîler, bu fırkayı kuvvetlendirdiler. Yehûdîlerin islâmiyyete yapdıkları zararlar, Kuveytde (Mektebet-üs-sahâbet-il-islâmiyye)nin neşr etdiği (Hiyânet- ül-yehûd) kitâbında uzun yazılıdır. Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldık- dan sonra, bozuk İncîller yazılınca, hıristiyanların çoğu (Müşrik) oldu. Müşrik olmıyanlar da, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için (Kâfir) oldu. Bunlara ve yehûdîlere (Ehl-i kitâb) denildi. İslâmiyyet zu- hûr edince, papazların kurûn-ı vüstâdaki [orta çağdaki] hâkimiyyetleri yıkıldı. İslâmiyyeti yok etmek için, misyoner cem’iyyetleri kurdular. Bu işde en ileri giden, ingilizler oldu. Londrada (Müstemlekeler nezâreti) kuruldu. Akla, hayâle gelmiyen yehûdî hîleleri ile ve askerî ve siyâsî kuv- vetler ile islâmiyyete saldırdılar. (Müstemlekeler nezâreti)nin idâre etdi- ği ve her memlekete gönderilen binlerce câsûsdan biri olan Hempher, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada avladığı 14 yaşındaki Necdli Muham- medi, senelerce aldatarak, (Vehhâbî) fırkasını kurdular ve İngilteredeki (Müstemlekeler nezâreti)nin emri ile, 1150 [m. 1737] senesinde i’lân et- diler.
Hempher, İngiliz Müstemlekeler nezâretinin emri ile, Mısr, Irâk, Îrân, Hicâz ve hilâfet merkezi olan İstanbulda câsûsluk fe’âliyyetlerinde bulunmak, müslimânları aldatmak ve hıristiyanlığa hizmet için vazîfe- lendirilmiş bir İngiliz misyoneridir. İslâm düşmânları, islâmiyyeti yok et- meğe ne kadar çok çalışsalar da, Allahü teâlânın bu nûrunu, aslâ söndü- remezler. Çünki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Hicr sûresinin doku- zuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bu Kur’ânı, sana ben indirdim. Onu elbette ben koruyacağım) buyurdu. Ya’nî, kâfirler, Ona tecâvüz edemi- yecek, Onu tebdîl, tahrîf edemiyecek, O nûru aslâ söndüremiyecekler- dir buyurdu. Ondört asrdan beri, müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmin ışıklı yolunda çalışarak, ilmde, ahlâkda, fende, san’atda, ticâretde, siyâsetde ilerlediler. Büyük devletler kurdular. Fransadaki 1204 [m. 1789] ihtilâ- linden sonra, Avrupadaki gençler, kiliselerin, papazların ahlâksızlıkları- nı, zulmlerini, soygunlarını, yalanlarını ve hıristiyanlık dîninin bozuk ol- duğunu görerek, hıristiyanlıkdan ayrılmağa, müslimân veyâ dinsiz ol- mağa başladılar. Hıristiyanlıkdan uzaklaşdıkca, fende, teknikde ilerledi- ler. Çünki hıristiyanlık, dünyâ için çalışmağa, ilerlemeğe mâni’ oluyor-
–3–
du. Bu gençlerin yazdıkları, dinleri kötüliyen kitâbları okuyan ve ingilizle- rin islâma karşı yalanlarına, iftirâlarına aldanan ba’zı müslimânlar da, din câhili oldular. İslâmiyyetden uzaklaşdıkca, fende gerilemeğe başladılar. Çünki islâmiyyet, dünyâ işlerinde de çalışmağı, ilerlemeği emr etmekde- dir.
İngiliz devletinin esâs siyâseti, dünyâdaki bilhâssa Afrika ve Hindis- tândaki tabî’î servetleri sömürmek, oralardaki insanları, hayvan gibi çalış- dırıp bütün kazançları İngiltereye nakl etmekdir. Adâleti, sevişmeği ve yardımlaşmağı emr eden İslâm dînine kavuşanlar, ingiliz zulmlerine, ya- lanlarına mâni’ olmakdadır.
Bu kitâbımızı üç kısm olarak hâzırladık:
Birinci kısm, ingiliz câsûsunun i’tirâflarıdır. Bu kısmda, ingilizlerin is- lâmiyyeti imhâ, yok etmek için hâzırladıkları, âdî, alçak plânları, yalanları bildirilmekdedir. Bu kısmda yedi fasl vardır.
İkinci kısmda, ingilizlerin plânlarını, müslimân memleketlerinde sinsi- ce tatbik etdikleri, devlet adamlarını aldatdıkları, müslimânlara, akla, ha- yâle gelmiyen işkenceler yapdıkları ve Hind ve Osmânlı islâm devletlerini yok etdikleri bildirilmekdedir. Kitâbımızın bu kısmı, Vehhâbîlerin tuzak- larına düşen zevallı müslimânların, gafletden uyanmalarına sebeb olacak ve Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarını kuvvetlendirecek vesîkalar ile dolu- dur.
Üçüncü kısm, (Hulâsat-ül-kelâm)dan terceme olup, hak dînin islâmiy- yet olduğunu isbât etmekdedir.
Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar, üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma düşman olanlardır. Bunlara (Şî’î) ve (Fırka-i dâlle) sapık fırka denir. Üçüncüsü, sünnîlere ve şî’îlere düşman olanlardır. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Çünki bunlar, ilk olarak, Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fır- ka-i mel’ûne) de denir. Çünki bunların, müslimânlara müşrik dedikleri (Kıyâmet ve Âhıret) ve (Se’âdet-i Ebediyye) kitâblarımızda yazılıdır. Müslimâna kâfir diyene, Peygamberimiz la’net etmişdir. Hangi fırkadan olursa olsun, nefsine uyan ve kalbi bozuk olan, Cehenneme gidecekdir. Her mü’min, nefsini tezkiye için, ya’nî yaratılışında mevcûd olan küfrden ve günâhlardan temizlemek için her zemân, çok (Lâ ilâhe illallah) ve kal- bini tasfiye için, ya’nî nefsden ve şeytândan ve kötü arkadaşlardan ve za- rarlı, bozuk kitâblardan gelmiş olan küfrden ve günâhlardan kurtarmak için (Estagfirullah) okumalıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları mu- hakkak kabûl olur. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan, yehûdîler ve ingilizlerdir.
Mîlâdî Hicrî şemsî Hicrî kamerî 2001 1380 1422
–4–
Birinci Kısm BİRİNCİ FASL
Hempher diyor ki; Büyük Britanyamız çok genişdir. Güneş, denizleri üzerinde doğduğu gibi, yine bu denizle- rin üzerinde batar. Devletimiz, Hindistân, Çin ve Ortado- ğudaki sömürgelerinde nisbeten za’îfdir. Bu memleketler, tam ma’nâsı ile idâremizin altında değildir. Fekat, buralar- da çok faal ve başarılı bir politika tatbîk ediyoruz. Hepsi elimize geçmek üzeredir. Burada iki şey mühimdir:
1- Elimize geçmiş yerleri elimizde tutmağa çalışmak,
2- Elimize geçmemiş yerleri ele geçirmeğe çalışmak.
Müstemlekeler [sömürgeler] nâzırlığı, bu iki vazîfeyi îfâ etmek üzere, bu devletlerin her biri için, birer komis- yon teşkil etmişdir. Müstemlekeler nâzırlığında vazîfeye başlayınca, Nâzır bana i’timâd etdi ve Doğu Hindistân şir- ketinde bir vazîfe verdi. Bu, zâhirde bir ticâret şirketi idi. Fekat asl vazîfesi, Hindistânın büyük ve geniş toprakları- na hâkim olmanın yollarını araşdırmakdı.
Hükûmetimizin, Hindistân için hiç endişesi yokdu. Zî- râ Hindistân, değişik milletlere, ayrı dillere ve zıd çıkarla- ra sâhib bir ülkeydi. Çinden de pek korkumuz yokdu. Çünki, Çine hâkim olan Budizm ve Konfüçyüs dinlerinin canlanmasından korkulmuyordu. Zîrâ bunlar, hayâtla hiç alâkalanmayan, iki ölü din idi. Binâenaleyh, bu iki ülke halkında vatan sevgisinin olması, çok uzak bir şeydi. Bu iki ülke, biz İngiltere hükûmetini râhatsız etmiyordu. Fe- kat, ilerde olabilecek hâdiseleri de gözümüzden ırak etmi- yorduk. Binâenaleyh, bu ülkelerde tefrika, cehâlet ve fa- kîrlik, hattâ sârî hastalıkları yaymak için, uzun va’deli plânlar yapıyorduk. Bu iki ülke halkının âdetlerini taklîd ederek, niyyetlerimizi râhatça gizliyebiliyorduk.
–5–
İslâm memleketleri son derece râhatımızı bozuyordu. Hepsi de, lehimize olmak üzere, Hasta Adamla [Osmânlı devletini kasd ediyor] bir kaç anlaşma yapmışdık. Müs- temlekeler nâzırlığının tecribeli adamları, bu hastanın bir asrdan az bir zemân zarfında can vereceğini söylüyorlardı. Ayrıca, Îrân hükûmeti ile de, gizlice bir kaç anlaşma yap- mış ve bu iki ülkeye, mason yapdığımız, devlet adamları- nı yerleşdirmişdik. Rüşvet, kötü idâre ve din bilgisi nok- san idârecilerin, güzel kadınlarla meşgûl olup, vazîfelerini unutması, bu iki ülkenin belini kırdı. Fekat, bütün bunla- ra rağmen, şu sayacağım sebeblerden dolayı, yapdıkları- mızın beklediğimiz netîceyi vermemesinden endîşe edi- yorduk:
1- Müslimânlar, İslâma son derece bağlıdırlar. Her bir müslimân, papaz ve râhiplerin hıristiyânlığa bağlılıkları kadar, hattâ dahâ fazla, İslâma bağlıdır. Bilindiği gibi, pa- paz ve râhiplerin canı çıkar da, hıristiyanlıkları çıkmaz. Müslimânların en tehlükelileri de, Îrândaki şî’îlerdir. Çünki onlar, şî’î olmıyanları kâfir ve necs bilirler. Hıristi- yanlar, şî’îlerin nazarında, kokmuş pislik gibidir. Tabîatiy- le, insan bütün gücüyle pisliği atmaya gayret eder. Bir se- fer şî’înin birine şunu sordum: (Hıristiyanlara niye böyle bakıyorsunuz?) Aldığım cevâb şuydu: (İslâm Peygamberi, çok hakîm bir zât idi. Kâfirleri böyle ma’nevî bir baskı al- tına almış ki, onların doğru yolu bulmasına ve Allahın dî- ni olan İslâma girmesine sebeb olsun. Nitekim devlet de, bir insanı tehlükeli bulunca, onu itâat edinceye kadar, maddî bir baskı altında tutar. Sözünü etdiğim necâset, maddî değil, ma’nevî bir baskı olup, hıristiyanlara da hâs değildir, sünnîlere ve bütün kâfirlere şâmildir. Hattâ, bi- zim eski Îrânlı mecûsîler bile, şî’îlerin nazarında necsdir- ler.)
Ona dedim ki: (Güzel! Sünnîler ve hıristiyanlar da Allaha, Peygamberlere ve kıyâmet gününe inanırlar, ni- ye necs olsunlar?) Cevâben dedi ki: (İki şeyden dolayı
–6–
necsdirler: Birincisi, hazret-i Muhammedi hâşâ yalancılık- la ithâm ederler[1]. Biz de, bu çirkin ithâm karşısında (Sa- na eziyet verene sen de eziyet edebilirsin) sözü mûcibin- ce, onlara (Siz necssiniz) diyoruz. İkincisi ise, hıristiyanlar, Allahın Peygamberlerine kötü isnâdlarda bulunurlar. Me- selâ, Îsâ aleyhisselâm içki içerdi, mel’ûn olduğu için çar- mıha gerildi, derler.)
Ben dehşet içinde adama dedim ki: (Hıristiyanlar böy- le demezler.) O ise: (Hayır sen bilmiyorsun, (Kitâb-ı mu- kaddes)de böyle yazılıdır), dedi. Ben susdum, zîrâ adam, ikinci husûsda olmasa bile, birincisinde haklıydı. Münâka- şayı uzatmak istemedim. Çünki, islâmî kıyâfetde olduğum hâlde, benden şübhelenebilirlerdi. Bu sebeb ile, dâimâ münâkaşalardan uzak duruyordum.
2- İslâmiyyet, bir zemânlar, idâre ve hüküm dîni idi. Müslimânlar da, azîzdi. Bu efendi insanlara, şimdi siz kö- lesiniz demek zordur. İslâm târîhini kötüleyip, müslimân- lara, bir zemânlar elde etdiğiniz izzet ve i’tibâr, ba’zı şart- lar îcâbıydı. O günler gitdi, bir dahâ geri dönmez, deme- miz de mümkin değildir.
3- Osmânlı ve Îrânlıların, yapdıklarımızın farkına vara- rak, plânlarımızı bozup te’sîrsiz hâle getirmelerinden çok endişe ediyorduk. Gerçi, bu iki devlet büyük ölçüde za’îfle- mişdir. Fekat, mal, silâh ve hüküm sâhibi, merkezî bir hü-
[1] Hâlbuki, Peygamberimizi yalancılıkla ithâm edenler, şî’îler ve hıristi- yanlardır. Şî’îlerin Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberimizin hadîs-i şerîfle- rine uymayan i’tikâdları, sözleri ve çirkin işleri, (Es-Savâık-ul-muhri- ka) ve (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) ve (Te’yîd-i ehl-i sünnet) ve (Nâhiye) ve (Eshâb-ı kirâm) ve (Hucec-i kat’ıyye) ve (Milel ve Nihal) gibi Ehl-i sünnet kitâblarında bildirilmiş, herbirinin cevâbları verilmişdir. (Savâ- ık) müellifi Ahmed ibni Hacer Mekkî 974 [m. 1566] de Mekkede, (Tuh- fe) müellifi Abdül’Azîz 1239 [m. 1824] da Delhîde, (Te’yîd) müellifi imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî 1034 [m. 1624] de Serhend-i şerîfde, (Nâhiye) müellifi Abdül’Azîz Ferhârevî 1239 [m. 1824] da, (Eshâb-ı ki- râm) müellifi Abdülhakîm Arvâsî 1362 [m. 1943] de Ankarada, (Hu- cec) müellifi Abdüllah Süveydî 1174 [m. 1760] de Bağdâdda, (Milel) müellifi Muhammed Şihristânî 548 [m. 1154] de Bağdâdda vefât etmiş- lerdir.
–7–
kûmetin oluşu, bizim emîn olmamıza mâni’ oluyordu.
4- İslâm âlimlerinden son derece râhatsızdık. Çünki, İs- tanbul ve El-ezher âlimleri, Irâk âlimleri, Şâm âlimleri, emellerimizin önünde aşılmaz engellerdi. Zîrâ onlar, dün- yânın geçici zevk ve zînetlerine karşı, Kur’ân-ı kerîmin va’d etdiği Cennete girmeğe hâzırlanan ve kendi prensip- lerinden kıl kadar ta’vîz vermiyen kişilerdi. Halk onlara tâbi’ oluyor, Sultân bile onlardan korkuyordu. Sünnîler, şî’îler kadar âlimlere bağlı değildi. Zîrâ, şî’îler kitâb oku- muyor, sâdece âlimleri tanıyor, Sultâna gereken ihtimâmı göstermiyorlardı. Sünnîler ise, çok kitâb okuyor, âlimleri ve Sultânı tutuyorlardı.
Bu hâl karşısında, bir çok toplantılar yapdık. Fekat, maalesef, her seferinde önümüzde yolun kapalı olduğunu gördük. Câsûslarımızdan gelen raporlar, hep hayâl kırıcı, konferansların sonuçları da sıfır idi. Lâkin, yine de üm- midsizliğe kapılmıyorduk. Çünki, biz, derin nefes almağı ve sabr etmeği âdet edinmişizdir.
Bir toplantımıza, Nâzırın kendisi, en büyük papazlar ve bir kaç da mütehassıs [uzman] katılmışdı. Yirmi kişiydik. Üç sâatden fazla süren bu toplantıda, hiçbir netîceye varı- lamadı. Fekat, bir papaz şöyle dedi: (Râhatsız olmayın! Çünki, hıristiyanlık, ancak üçyüz sene zulm çekdikden sonra yayıldı. Umulur ki Mesîh, gayb âleminden bize na- zar edip, üçyüz sene sonra da olsa, kâfirleri [Müslimânla- rı kasdediyor] merkezlerinden çıkarmağı nasîb eder. Biz kuvvetli bir îmân ve uzun bir sabrla silâhlanmalıyız! Hük- mü elimize geçirebilmek için, bütün vâsıtaları elde edip, bütün yolları denemeliyiz. Hıristiyanlığı, Muhammedîle- rin arasında yaymağa çalışmalıyız. Asrlar sonra da, netîce- ye varabilirsek, çok iyidir. Zîrâ, babalar çocukları için ça- lışırlar.)
Müstemlekeler nâzırlığında, İngilterenin yanısıra, Fransa ve Rusyadan da, diplomat ve din adamlarının katıldığı bir konferans yapıldı. Çok şanslıydım. Nâzır
–8–
ile aramız iyi olduğu için, ben de katılmışdım. Konferans- da, müslimânları parçalayıp, İspanya gibi, dinlerinden çı- kararak îmâna getirmenin [Hıristiyanlaşdırmanın] hesâb- ları yapıldı. Fekat, varılan netîceler istenildiği gibi değildi. Ben, o konferansdaki bütün konuşmaları (İlâ meleküt-il- Mesîh) ismli kitâbımda yazdım.
Derinlere kök salmış büyük bir ağacı, kurutup, söküp atmak zordur. Fekat, biz zorlukları kolaylaşdırıp, yenmeli- yiz. Hıristiyanlık, yayılmak için gelmişdir. Bunu, Mesîh efendimiz bize va’d etmişdir. Muhammede, doğu ve batı âleminin içinde bulunduğu kötü şartlar yardımcı olmuşdur. O kötü şartlar gidince, berâberindeki belâları da [İslâmı kasdediyor] götürdü. Bugün memnûniyyet ile durumun te- mâmen değişdiğini müşâhede ediyoruz. Nezâretimizin ve diğer hıristiyan hükûmetlerin büyük gayret ve çalışmaları netîcesinde, müslimânlar gerilemeğe başladı. Hıristiyanlar ise, kuvvetleniyorlar. Uzun asrlar boyunca gayb edilen yer- leri alma zemânı geldi. İslâmiyyeti imhâ etmeğe, Büyük Britanya devleti öncülük etmekdedir.
__________________
İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât) kitâbının 1.ci cild, 275.ci mektûbunda buyuruyor ki:
Sizin bu ni’mete kavuşmanız, islâmiyyet bilgilerini öğret- mekle ve fıkh hükmlerini yaymakla olmuşdur. Oralara cehâ- let yerleşmişdi ve bid’atler yayılmışdı. Allahü teâlâ, sevdik- lerinin sevgisini size ihsân etdi. İslâmiyyeti yaymağa sizi ve- sîle eyledi. Öyle ise, din bilgilerini öğretmeğe ve fıkh ahkâ- mını yaymağa elinizden geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bü- tün se’âdetlerin başı, yükselmenin vâsıtası ve kurtuluşun se- bebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız! Oradakilere emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Müzzemmil sûresinin ondokuzuncu âyetin- de meâlen, (Rabbinin rızâsına kavuşmak istiyen için, bu el- bette bir nasîhatdir) buyuruldu.
__________________
Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime, Titrerim mücrim gibi, bakdıkca istikbâlime.
–9–
Birinci Kısm İKİNCİ FASL
Hicrî 1122 ve mîlâdî 1710 senesinde Müstemlekeler nâ- zırı beni, Müslimânları parçalamak için gerekli ve yeterli bilgileri toplamak ve câsûsluk yapmak üzere, Mısr, Irâk, Hicâz ve İstanbula gönderdi. Aynı târîhde ve aynı vazîfe ile nezâret, canlılık ve cesâret dolu dokuz kişiyi dahâ vazî- felendirdi. Bize lâzım olabilecek para, bilgi ve harîtanın yanında bir de, devlet adamlarının, âlim ve kabîle reîsleri- nin ismlerini ihtivâ eden birer fihrist verildi. Hiç unutamı- yorum! Sekreter ile vedâlaşdığımızda, bize demişdi ki: (Devletimizin geleceği başarınıza bağlıdır. Onun için, var kuvvetinizle çalışmalısınız).
Ben, İslâmiyyetin hilâfet merkezi olan İstanbula doğru, denizden yola çıkdım. Asl vazîfemin yanında, bir de ek olarak, orada türkçeyi çok güzel bir şeklde öğrenmem ge- rekiyordu. Zâten dahâ önce Londrada epey türkçe ve Kur’ân lisânı arabça ve Îrânlıların dili farsça öğrenmiş- dim. Fekat, bir lisânı öğrenmek başka, o lisânı [dili] ülke- nin halkı gibi konuşmak başka şeydi. Zîrâ, birincisi birkaç senede hâsıl olduğu hâlde, ikincisi bunun birkaç katı ze- mân ister. İnsanların benden şübhe etmemeleri için, türk- çeyi bütün incelikleriyle öğrenmem gerekiyordu.
Benden şübhe ederler diye hiç de râhatsız olmuyor- dum. Zîrâ, müslimânlar, Peygamberleri olan Muhammed aleyhisselâmdan öğrendikleri gibi, müsâmahakâr, açık kalbli ve iyi niyyetlidirler. Onlar bizim gibi, şübhe edici değildirler. Kaldı ki, Türk hükûmeti, o zemân câsûsları yakalıyabilecek teşkîlâta mâlik değildi.
Çok yorucu bir yolculukdan sonra İstanbula vardım. İsmimin Muhammed olduğunu söyledim ve müslimânla-
– 10 –
rın ma’bedi olan câmi’e gitmeğe başladım. Müslimânların disiplinli, temiz ve itâatkâr oluşları çok hoşuma gitdi. Bir ara kendi kendime: (Bu ma’sûm insanlarla neden savaşı- yoruz? Mesîh efendimiz, bize bunu mu emr etdi?) dedim. Fekat, ben hemen bu şeytânî[!] düşünceden döndüm ve en güzel bir şeklde, vazîfemi yerine getirmeğe karâr ver- dim.
İstanbulda Ahmed efendi isminde yaşlı bir âlim ile ta- nışdım. Ondaki inceliği, açık kalbliliği, gönül berraklığı ve iyilikseverliği hiçbir din adamımızda görmedim. Bu zât, gece gündüz Muhammed aleyhisselâma benzemeğe çalı- şırdı. Ona göre, Muhammed aleyhisselâm en kâmil, en üs- tün insandı. Onu her zikr etdiğinde, gözleri yaşlanırdı. Çok şanslıydım ki, bir kerre bile, kim olduğumu, nereli ol- duğumu sormadı. Bana (Muhammed efendi) diye hitâb ederdi. Sorduğum süâllere cevâb verir, bana şefkat ve merhamet ile muâmele ederdi. Zîrâ, beni Türkiyede çalış- mak ve Muhammed aleyhisselâmın halîfesinin gölgesinde yaşamak için İstanbula gelmiş bir müsâfir olarak bilirdi. Zâten, bu behâne ile İstanbulda kalıyordum.
Bir gün Ahmed efendiye: (Annem ve babam öldü. Kardeşim de yok. Bana mîrâs olarak da hiç birşey kalma- mış. Çalışıp kazanmak, Kur’ân-ı kerîmi ve din bilgilerini öğrenmek, ya’nî hem dünyâmı, hem de âhiretimi kazan- mak için, İslâm merkezine geldim) dedim. Bu sözlerime çok sevindi ve (Şu üç sebebden dolayı, sana hurmet gös- termek lâzımdır) dedi. Sözlerini aynen yazıyorum:
1- Sen müslimânsın. Bütün müslimânlar kardeşdirler,
2- Sen müsâfirsin. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sel-
lem” buyurdu ki: (Müsâfire ikrâmda bulununuz!),
3- Sen çalışmak istiyorsun, (Çalışan, Allahın dostudur)
diye bir hadîs-i şerîf vardır.
Bu sözler çok hoşuma gitmişdi. Kendi kendime, (Keş- ki hıristiyanlıkda da, bu gibi parlak hakîkatler olsaydı. Ne yazık ki, hiçbiri yok) dedim. Fekat hayret etdiğim şey, bu
– 11 –
kadar yüce bir din iken, şu mağrûr ve hayâtdan bî-haber ba’zı kimseler elinde, islâmın za’îflemesiydi.
Ahmed efendiye: (Kur’ân-ı kerîmi öğrenmek istiyo- rum) dedim. (Baş üstüne, sana öğretirim) dedi. Fâtiha sû- resinden öğretmeğe başladı. Kur’ân-ı kerîmi okutmağa başlamadan evvel, abdest alır ve bana da aldırırdı. Kıble- ye karşı oturup okuturdu. Okuduklarımızın ma’nâlarını da açıklardı. Ba’zı kelimeleri okumakda çok güçlük çe- kerdim. İki sene içinde, Kur’ân-ı kerîmi başdan sona ka- dar okudum.
Müslimânların abdest dedikleri şey, ba’zı uzvları yıka- makdan ibâretdir ki: 1) Yüzü yıkamak, 2) Parmaklardan dirseğe kadar sağ kolu yıkamak, 3) Parmaklardan dirseğe kadar sol kolu yıkamak, 4) Başı, kulakların arkasını ve boynu mesh etmek, 5) Her iki ayağı yıkamak.
Ben, misvâk kullanmakdan son derece râhatsız olur- dum. (Misvâk), müslimânların abdestden önce ağız ve diş- lerini temizledikleri bir ağaç dalıdır. Bu ağacın ağıza ve dişlere zararlı olduğunu sanıyordum. Ba’zan ağzımı yara- layıp kanatıyordu. Fekat, yine de kullanmak zorunday- dım. Zîrâ, onların yanında misvâk kullanmak Peygamber aleyhisselâmın mühim sünneti idi. Bu ağacın çok fâidesi olduğunu söylüyorlardı. Hakîkaten dahâ sonra, dişlerimin kanaması durdu. İngilizlerin çoğunda bulunan, ağzımdaki fenâ koku hiç kalmadı.
İstanbulda bulunduğum müddetçe, bir câmi’ hizmetçi- sinin yanında, biraz para karşılığında yatardım. Hizmetçi- nin ismi Mervân Efendi idi. Mervân, Muhammed aleyhis- selâmın bir sahâbîsinin ismidir. Bu hizmetçi, çok asabî bir adamdı. İsmi ile övünür ve bana, (Bir oğlun olursa ismini Mervân koy. Çünki Mervân, İslâmın büyük mücâhidlerin- dendir) derdi.
Akşam yemeğimi Mervân Efendi hâzırlıyordu. Müsli- mânların bayramı, Cum’a günü işe gitmiyordum. Hafta- nın kalan günlerinde, Hâlid isminde bir marangozun ya-
– 12 –
nında, haftalık ücret ile çalışıyordum. Sâdece sabâhdan öğleye kadar çalışdığım için, işçilerine verdiği ücretin ya- rısını bana veriyordu. Marangoz, boş zemânlarında Hâlid bin Velîdin fazîletlerinden çok bahs ederdi. Hâlid bin Ve- lîd, Muhammed aleyhisselâmın sahâbîlerinden olup, bü- yük mücâhiddir. Çeşidli İslâmî fethler yapmışdır. Fekat Ömer bin Hattâbın onu azl etmesi, marangozu üzüyor- du[1].
Yanında çalışdığım marangoz Hâlid, ahlâksız ve son de- rece asabî bir adamdı. Her nedense, bana çok i’timâd eder- di. Belki de, bu i’timâdı, sözünden hiç çıkmadığım içindi. Yalnız iken, islâmiyyete ehemmiyyet vermezdi. Ancak, ar- kadaşlarının yanında, islâm dîninin emrlerine uyardı. Cum’a nemâzını kılardı, diğerlerini tam bilmiyorum.
Dükkânda kahvaltı ederdim. İşden sonra, öğle nemâzı için câmi’ye gider ve ikindi nemâzına kadar câmi’de kalır- dım. İkindi nemâzından sonra Ahmed efendinin evine gider ve orada iki sâat kalarak, ondan Kur’ân-ı kerîm, arabî ve türkçe lisân dersleri alırdım. Haftalık kazancımı, beni çok güzel okutduğu için, her Cum’a ona verirdim. Hakîkaten, bana Kur’ân-ı kerîmi, İslâm dîninin îcâblarını ve arabî ile türkçe lisânlarının inceliklerini gâyet güzel bir şeklde öğretiyordu.
Ahmed efendi bekâr olduğumu anlayınca, kızlarından birini bana vermek istedi. Ben ise, onun bu teklîfini red etdim. Fekat, kendisi çok ısrâr ediyor, bana, evlenmenin, Peygamberin sünneti olduğunu, Peygamberin de, (Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir) dediğini söy- lerdi. Bu olayın, ilişkilerimizin kesilmesine sebeb olabile- ceğini anlayınca, ona yalandan dedim ki: (Bende cinsî âcizlik vardır). Bunu söylemekle, eski dost ve ahbablığın devâm etmesini sağladım.
[1] Hâlid bin Velîdin yerine ta’yîn edilen Ebû Ubeyde bin Cerrâh da, za- ferleri devâm etdirince, zaferin Hâlid sebebi ile olmayıp, Allahü teâlâ- nın yardımı ile olduğu anlaşıldı.
– 13 –
İstanbulda iki senem dolunca, Ahmed efendiye, vata- nıma dönmek istediğimi söyledim. (Gitme, niçin gidiyor- sun? İstanbulda ne ararsan var. Allahü teâlâ, bu şehre, din ve dünyâyı birlikde vermişdir. Annenin ve babanın vefât etdiğini, kardeşlerinin olmadığını söylemişdin. Öyleyse, İstanbula yerleş) dedi. Ahmed efendi bana çok alışmışdı. Onun için, benden ayrılmak istemiyor ve İstanbula yerleş- mem husûsunda çok isrâr ediyordu. Fekat, vatanî vazîfem beni, Londraya dönüp, nezârete, hilâfet merkezi ile alâka- lı geniş bir rapor sunup, yeni emrler almak için zorluyor- du.
İstanbulda bulunduğum müddetçe, her ay Müstemle- keler nezâretine müşâhede etdiğim hâdiselerle alâkalı bir rapor gönderdim. Bir kerre raporumda, yanında ça- lışdığım adam, bana livâta etmek isterse, ne yapayım de- dim. Cevâbda bana, (Bu iş hedefe ulaşmağı kolaylaşdırı- yorsa, yapabilirsin) denildi. Bu cevâbı okuyunca, çok kızdım. Sanki dünyâ başıma yıkılmışdı. Evet, bu habîs fi’lin İngilterede yaygın olduğunu evvelden biliyordum. Fekat, büyüklerimin emr edecekleri hâtırıma gelmezdi. Ne yapayım ki, bardağı son damlasına kadar içmekden başka çârem yokdu. Onun için susdum ve vazîfeme de- vâm etdim.
Ahmed efendi ile vedâlaşırken, gözleri yaşardı ve ba- na: (Yavrum! Allahü teâlâ yardımcın olsun! Bir dahâ İs- tanbula gelir ve öldüğümü görürsen, beni hâtırla. Rûhu- ma bir (Fâtiha) oku! Resûlullahın yanında, mahşer gü- nünde karşılaşacağız) dedi. Gerçekden, ben de çok mah- zûn oldum ve gözyaşı dökdüm. Fekat, vazîfem, hislerim- den dahâ üstündü.
__________________
İnsâna sadâkat yakışır, görse de ikrâh, doğruların yardımcısıdır, hazreti Allah!
– 14 –
Birinci Kısm ÜÇÜNCÜ FASL
Arkadaşlarım benden evvel Londraya dönmüş ve ne- zâretden yeni emrler almışlardı. Ben de, döndükden son- ra, yeni emrler aldım. Fekat, maalesef ancak altı kişi dö- nebilmişdik.
Kalan dört kişiden biri, sekreterin anlatdığına göre, müslimân olup, Mısrda kalmış. Fekat, sekreter yine de se- vinçliydi. Çünki, sır vermemiş diyordu. İkincisi, Rusyaya gidip orada kalmış. Bu, zâten Rus asıllıydı. Sekreter, bu- nun vatanına gitdiği için değil, belki Rusya hesâbına Müs- temlekeler nezâretinde, câsûsluk yapıyordu, vazîfesi bi- tince gitdi diye, çok üzülüyordu. Üçüncüsü ise, yine sekre- terin anlatdığına göre, Bağdâd civârında imare beldesinde vebâ hastalığından ölmüş. Dördüncüsünü, nezâret, Ye- menin San’a şehrine kadar ta’kîb etmiş, bir seneye kadar raporları geliyormuş. Fekat, dahâ sonra raporlar kesilip, nâzırlığın bütün gayretlerine rağmen, bir izine tesâdüf edilememişdi. Nâzırlık, bu dört adamın gayb olmasını bir felâket kabûl ediyordu. Zîrâ biz, vazîfeleri büyük, nüfûsu az bir milletiz. Binâenaleyh, her insan için ince bir hesâb yaparız.
Sekreter, ilk birkaç raporumdan sonra, dördümüzün raporlarının tedkîk edilmesi için, bir toplantı yapdı. Arka- daşlarım, vazîfeleriyle alâkalı raporlarını teslîm etdikden sonra, ben de raporumu verdim. Benimkinden ba’zı kısm- larını not etdiler. Nâzır, sekreter ve toplantıya katılanların bir kısmı, çalışmalarımı takdîr etdiler. Fekat, yine de üçüncü sıradaydım. Birinciliği arkadaşım George Belcou- de, ikinciliği ise Henry Franse kazanmışdı.
Türkçe ve Arabî lisânları ile Kur’ân-ı kerîm ve ah- – 15 –
kâm-ı islâmiyyeyi çok iyi öğrenmişdim. Fekat, nâzırlığa Osmânlı Devletinin za’îf noktalarını gösterecek bir rapor hâzırlamağı başaramamışdım. İki sâat süren toplantıdan sonra, sekreter bu başarısızlığımın sebebini sordu. Ben de, (Asl vazîfem lisân ile Kur’ân ve islâmiyyeti öğrenmekdi. Bunun hâricindeki işlere fazla vakt ayıramadım. Fekat, bu sefer sizi memnûn edeceğim) dedim. Sekreter, (Şübhesiz sen muvaffak oluyorsun. Fekat, birinci olmanı isterdim) dedi ve şöyle devâm etdi:
(Ey Hempher, gelecek seferki vazîfen ikidir:
1- Müslimânların za’îf noktaları ile, onların vücûdları- na girip, mafsallarını ayırmamızı sağlıyacak noktaları tes- bît etmekdir. Zâten, düşmanı yenmenin yolu da budur.
2- Bu noktaları tesbît edip, dediğimi yapdığın zemân [Ya’nî müslimânların arasını açıp, onları birbirine düşüre- bildiğin zemân] en başarılı ajan olacak ve nâzırlık madal- yasını kazanmış olacaksın.)
Londrada altı ay kaldım. Amcamın kızı Maria Shvay ile evlendim. O zemân ben 22, o ise 23 yaşındaydı. Maria Shvay orta zekâlı, normal kültürlü, çok güzel bir kızdı. Hayâtımın en neş’eli, mes’ûd zemânını, o günlerde, onun- la geçirdim. Hanımım hâmile idi. Yeni müsâfirimizi bek- lediğimiz bir sırada, Irâka gitmem için emr geldi.
Oğlumun dünyâya gelmesini beklerken, bu emrin gel- mesi beni üzdü. Fekat, vatanıma verdiğim ehemmiyyet ve arkadaşlarım arasında birinci olup meşhûr olma heve- sim, kocalık ve babalık hislerimin üstündeydi. Bunun için, hiç tereddüd etmeden, emri kabûl etdim. Hanımım, işi çocuğun tevellüdüne te’cîl etmemi çok istiyordu. Fe- kat, sözlerine ehemmiyyet vermedim. Vedâlaşdığımız gün, ikimiz de ağladık. Hanımım, (Benden mektûbları- nı kesme! Ben de sana, yeni ve altın gibi kıymetli yuva- mızla alâkalı mektûblar yazacağım) dedi. Bu sözleri, kalbimde bir fırtına koparmışdı. Az dahâ seferi ibtâl edi- yordum. Fekat, hislerime hâkim olmağı bildim. Onunla
– 16 –
vedâlaşdım ve son ta’limâtları almak üzere, nezâret binâ- sına gitdim.
Altı ay sonra, kendimi Irâkın Basra şehrinde buldum. Bu şehr halkının bir kısmı sünnî, bir kısmı da, şî’î idi. Bir aşîretler beldesi olan Basrada, arab, fars ve biraz da hıris- tiyan vardı. Hayâtımda ilk def’a, şî’î ve farslarla orada karşılaşdım. Sözü açılmışken, biraz da şî’îlik ve sünnîlik- den bahs edeyim:
Şî’îler, (Muhammed aleyhisselâmın kızı Fâtımanın zev- ci ve Muhammed aleyhisselâmın amcasının oğlu, Alî bin Ebî Tâlibe tâbi’ olduklarını söylerler. Muhammed aley- hisselâm, kendisinden sonra, Alîyi ve onun evlâdı olan on- bir imâmı halîfe ta’yîn etmişdi) derler.
Kanâatime göre, Alînin, Hasen ve Hüseynin hilâfeti husûsunda şî’îler haklıdırlar. Zîrâ, islâm târîhinden anla- dığım kadarıyla, Alî, halîfe olabilecek mümtaz ve yüksek sıfatlara sâhib birisiymiş. Muhammed aleyhisselâmın, Ha- sen ve Hüseyni de halîfe ta’yîn etmesini uzak bulmuyo- rum. Fekat şübhelendiğim şey, Muhammed aleyhisselâ- mın, Hüseynin oğlunu ve torunlarından sekizini halîfe ta’yîn etmesidir. Çünki, Muhammed aleyhisselâm öldü- ğünde, Hüseyn henüz çocukdu. Bunun sekiz torununun olacağını nasıl bilmişdir. Şâyed Muhammed aleyhisselâm gerçekden Peygamber ise, Mesîhin gelecekden haber ver- diği gibi, Allahü teâlânın bildirmesiyle geleceği bilmesi mümkindir. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın Peygam- berliği, biz hıristiyanlarca şübhelidir.
Müslimânlar: (Muhammed aleyhisselâmın Peygamber- liğinin delîli çokdur. Bunlardan biri Kur’ândır) derler. Kur’ânı okudum, hakîkaten çok yüce bir kitâbdır. Hattâ, Tevrâtdan ve İncîlden dahâ yüksekdir. Zîrâ, içinde düs- turlar, nizâmlar, ahlâkiyât v.s. vardır.
Muhammed aleyhisselâm gibi, okumamış, yazmamış bir zâtın, böyle yüce bir kitâbı nasıl getirdiğine hayret edi- yorum. Çok okumuş, seyâhat etmiş bir adamın dahî sâ-
– 17 – İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları - F:2
hib olamadığı ahlâk, zekâ ve bir şahsiyete nasıl mâlik ola- bilmişdi? Acabâ bunlar, Muhammed aleyhisselâmın Pey- gamberliğinin delîlleri miydi?
Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği husûsunda hakîkate varabilmek için, dâimâ inceleme ve araşdırma yapıyordum. Bir kerre, merâkımı Londrada papazın biri- ne açdım. Taassub ve inâd ile konuşdu. İknâ edici bir ce- vâb da vermedi. Türkiyede bir kaç sefer Ahmed efendiye sorduğum hâlde, ondan da, tatmîn edici bir cevâb alama- mışdım. Şu da bir gerçek ki, câsûs olduğum belli olur ve- yâ benden şübhelenirler diye, Ahmed efendiye mes’eleyi açıkca süâl edememişdim.
Ben Muhammed aleyhisselâmı çok takdîr ediyorum. Şübhesiz O, kitâblarda okuduğumuz, Allahın Peygamber- lerindendir. Fekat, ben bir hıristiyan olarak, henüz Onun Peygamberliğine îmân etmiş değilim. Şübhesiz O, dâhîle- rin çok üstündedir.
Sünnîler ise, (Müslimânlar, Peygamberin vefâtından sonra, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi hilâfete lâyık görmüşlerdir) demekdedirler.
Bu nev’ ihtilâflar, bütün dinlerde bilhâssa hıristiyan- lıkda çokdur. Ömer de, Alî de, vefât etdikleri için, bu mü- nâkaşaların devâmının fâidesi yokdur. Bence, müslimân- lar, akllı iseler, çok eski günleri değil de, bugünü düşü- nürler[1].
[1] Hilâfet husûsunda konuşmak ve inanmak, şî’îliğin esâslarındandır. Sünnîlere göre, bu husûsda konuşmak lâzım değildir. Genç ingiliz, din bilgileri ile dünyâ bilgilerini birbirlerine karışdırmakdadır. Müslimân- lar, onun dediği gibi, dünyâ bilgilerinde, dâimâ yeniyi, ileriyi bulmuş- lar, fende, teknikde, hesâbda, mi’mârîde, tabâbetde, akla ve tecribeye uymuşlar, hep ilerlemişlerdir.Hıristiyanlar ise, fende akla uymağa, ilerlemeğe günâh demişler, din bilgilerini ise, akllarına göre değişdir- mişlerdir. Meşhûr İtalyan heyetşinâs Galîle, dünyânın döndüğünü, müslimânlardan öğrenerek, söylediği için, papazlar, onu aforoz etdik- leri gibi, hapse de koydular. Dönmüyor diyerek, tevbe edince, papaz- ların elinden kurtuldu. Müslimânlar, din, îmân bilgilerinde, akla değil, yalnız Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyarlar. Akl ermiyen bu bil- gileri, hıristiyanlar gibi, değişdirmezler.
– 18 –
Birgün, müstemlekeler nezâretinde sünnî ve şî’î ihtilâ- fından söz etdim, (Müslimânlar, hayâtdan bir şey anlasa- lar, aralarındaki şî’î-sünnî ihtilâfını kaldırır ve birleşirler) dedim. Birisi, hemen sözümü keserek: (Senin vazîfen bu ihtilâfı körüklemekdir. Müslimânların nasıl birleşeceğini düşünmek değildir) dedi.
Sekreter, Irâk seferine çıkmadan önce, bana, (Ey Hempher, bil ki, Allah, Hâbil ve Kâbili yaratdığından be- ri, insanlar arasında tabî’î ihtilâflar vardır. Bu anlaşmaz- lıklar Mesîh dönünceye kadar devâm edecekdir. Renk, kabîle, arâzî, millî ve dînî ihtilâflar böyledir.
Bu sefer vazîfen, bu ihtilâfları iyice tanımak ve nâzırlı- ğa bilgi vermekdir. Müslimânların arasındaki ihtilâfı şid- detlendirebilirsen, İngiltereye en büyük hizmeti yapmış olacaksın.
Biz İngilizler, refâh ve se’âdet içinde yaşamamız için, bütün dünyâ devletlerinde ve müstemlekelerimizde fitne ve tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmânlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hükm edebilir? Bütün gücünle, za’îf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmânlı Devleti ve Îrân, za’îf devrelerini ya- şıyorlar. Bunun için, senin vazîfen, halkı, idâre edenlere karşı ısyâna sevk etmekdir! Târîh, “Bütün inkılâbların, halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermişdir”. Müslimânların ittihâdları, muhabbetleri bozulup, kuvvet- leri dağılınca, onları râhatça imhâ ederiz) dedi.
__________________
TEVHÎD DÜÂSI
Yâ Allah, yâ Allah. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.

Yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ afüvvü yâ Kerîm, fa’fü annî verhamnî yâ erhamerrâhimîn! Teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. Al- lahümmagfirlî ve li-âbâî ve ümmehâtî ve li âbâ-i ve ümmehât-i zevcetî ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-ebnâî ve benâtî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve li-a’mâmî ve ammâtî ve li-ahvâlî ve hâlâtî ve li-üstâzî Abdülhakîm-i Arvâsî ve li kâffetil mü’minîne vel-mü’minât. “Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în.”
– 19 –
Birinci Kısm DÖRDÜNCÜ FASL
Basraya varınca, bir câmi’ye yerleşdim. Câmi’nin imâ- mı Şeyh Ömer Tâî ismli, arab asllı ve sünnî bir zâtdı. Onunla tanışıp, sohbet etmeğe başladım. Fekat, dahâ ko- nuşmanın başında, benden şübhelenip, beni süâl yağmu- runa tutdu. Bu tehlükeli sohbetden kendimi şöyle kurtar- dım: (Ben Türkiyenin Iğdır beldesindenim, İstanbuldaki Ahmed efendinin talebesiyim. Hâlid isminde bir maran- gozun yanında çalışıyordum) dedim ve Türkiyede bulun- duğum müddetçe, edindiğim ma’lûmâtlardan anlatdım. Birkaç cümle de, Türkçe konuşdum. İmâm gözleriyle or- dan birisine işâret ederek, benim Türkçeyi doğru konuşup konuşmadığımı sordu. O da, müsbet cevâb verdi. İmâmı iknâ etdiğim için çok sevinmişdim. Fekat, hayâl kırıklığı- na uğradım. Çünki, birkaç gün sonra, anladım ki, imâm efendi benden şübheleniyor ve benim Türk câsûsu oldu- ğumu zan ediyordu. Dahâ sonra, Sultân tarafından ta’yîn edilen vâlî ile, aralarında ihtilâf ve adâvet olduğunu öğ- rendim.
Şeyh Ömer efendinin câmi’inden uzaklaşmak zorun- da kalınca, orada müsâfir ve yabancıların kaldığı bir handa, oda kirâlayıp, oraya taşındım. Hanın sâhibi Mür- şid efendi isminde ahmak bir adamdı. Her sabâh râhatı- mı kaçırır, sabâh ezânı okunur okunmaz, nemâza kaldır- mak için gelip, kapımı sert bir şeklde çalardı. Onu dinle- meğe mecbûrdum. Binâenaleyh, ben de kalkar ve sabâh nemâzını kılardım. Sonra bana, (Sabâh nemâzını müteâ- kib, Kur’ân-ı kerîm okuyacaksın) derdi. Bir def’a, (Kur’ân-ı kerîmi okumak farz değildir. Ne diye bu kadar ısrâr ediyorsun?) dedim. Cevâben, (Bu vaktde uyumak,
– 20 –
hana ve hanın sâkinlerine fakîrlik ve bedbahtlık getirir) dedi. Onun bu emrini de yerine getirmek mecbûriyyetin- deydim. Zîrâ, böyle yapmadığım takdîrde, beni hanın- dan kovacağını söylerdi. Onun için, ezândan hemen son- ra, sabâh nemâzını kılar ve her gün, bir sâatden fazla, Kur’ân-ı kerîm okurdum.
Bir gün, Mürşid efendi bana gelerek, (Sen bu odayı ki- râladıkdan sonra, başıma dertler geliyor. Ben bunu, senin uğursuzluğuna atf ediyorum. Zîrâ, sen bekârsın. Bekârlık ise, uğursuzlukdur. Sen yâ evleneceksin, yâhud hanı terk edeceksin) dedi. Ona, (Evlenebilecek kadar malım yok- dur) dedim. Ahmed efendiye söylediğimi ona söyleyemi- yordum. Zîrâ Mürşid efendi, doğru söyleyip söylemediği- mi öğrenebilmek için, soyup avretimi kontrol edebilecek bir adamdı.
Böyle deyince, Mürşid efendi: (Ey za’îf îmânlı! Sen Al- lahın: (Eğer yoksul iseler, Allah onları lutfu ile zenginleş- dirir)[1] meâlindeki âyetini okumadın mı?) dedi. Şaşırıp kaldım. Sonunda, (Evet ben evleneceğim. Fekat gerekli olan parayı te’mîn etmeğe hâzır mısın? Veyâ masrafsız bir kız bulabilir misin?) dedim.
Mürşid efendi, biraz düşündükden sonra, (Ben anla- mam! Receb ayının başına kadar yâ evleneceksin, yâhud handan çıkacaksın) dedi. Receb ayının başına da yirmibeş gün kalmışdı.
Bu münâsebet ile, islâmî ayları zikr edeyim; Muharrem, Safer, Rebî’ulevvel, Rebî’ulâhir, Cemâziyülevvel, Cemâzi- yülâhir, Receb, Şa’bân, Ramezân, Şevvâl, Zilka’de ve Zil- hicce. Onların ayları otuz günü geçmediği gibi, yirmidokuz günden de aşağı olamaz. Ve ay hesâbına dayanır.
Bir marangozun yanında iş bulup, Mürşid efendinin hanından çıkdım. Yemeğim ile yatmam, iş sâhibinin üze- rinde olmak üzere, çok az bir ücret ile anlaşdık. Receb ayı
[1] Nûr sûresi, âyet: 32
– 21 –
dahâ gelmeden eşyâlarımı marangozun dükkânına taşı- dım. Marangoz, Abdürrızâ isminde, Horasanlı bir şî’î olup, merd bir adamdı. Bana oğlu gibi davranıyordu. Onun yanında bulunma fırsatını değerlendirip, fârisî öğ- renmeğe başladım. Her gün ikindi vakti, Îrânlı şî’îler, onun yanında toplanır, siyâsetden iktisâda kadar, her mevzû’da, konuşurlardı. Hem kendi hükûmetlerine, hem de İstanbuldaki Halîfeye çokça dil uzatırlardı. Yabancı bir adam geldiğinde, hemen sözü değişdirip, şahsî mes’elele- rini konuşmaya başlarlardı.
Bana çok i’timâd ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Âzerbaycan halkından zan edi- yorlarmış.
Bizim marangoz dükkânına bir delikanlı arada bir uğ- rardı. İlm talebesi kıyâfetinde ve arabî, fârisî, türkçe bili- yordu. İsmi (Muhammed bin Abdülvehhâb Necdî) idi. Bu delikanlı, son derece yüksekden konuşan ve gâyet asabî biriydi. Osmânlı hükûmetini çok şetm etdiği hâlde, Îrân hükûmetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkân sâhibi Abdürrızâ ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbuldaki Halîfeye muhâlif idiler. Fekat, sünnî olan bu delikanlı, fâ- risîyi nasıl biliyor ve şî’î olan Abdürrızâ ile nasıl arkadaş- lık edebiliyordu? Bu şehrde sünnîler, şî’îler ile görüşür ve kardeş gibi görünürlerdi. Bu şehrin sâkinlerinin çoğu hem arabî, hem de fârisî biliyorlardı. Türkçe bilenler dahî çok- du.
Necdli Muhammed, zâhiren sünnî idi. Sünnîlerin çoğu, şî’îlerin aleyhinde konuşmalarına ve hattâ bir kısmı, şî’île- ri tekfîr etmelerine rağmen, o hiç şî’îleri rencîde etmezdi. Necdli Muhammed, sünnîlerin dört mezhebinden birine tâbi’ olmağı îcâb etdiren, herhangi bir sebeb görmüyordu ve (Allahın kitâbında, bu mezhebler hakkında hiçbir delîl yokdur) diyordu. Bu husûsdaki âyet-i kerîmelerden tegâ- fül ediyor ve hadîs-i şerîflere ehemmiyyet vermiyordu.
Dört mezheb mes’elesine gelince: Sünnîler arasın- – 22 –
dan, Peygamberleri olan Muhammed aleyhisselâmın ölü- münden bir asr sonra, şu dört âlim zuhûr etdi: Ebû Hanî- fe, Ahmed bin Hanbel, Mâlik bin Enes, Muhammed bin İdris Eş Şâfi’î. Ba’zı Halîfeler de, sünnîleri bu dört âlim- den birini taklîd etmeğe zorladı. Bu dört âlimden başka hiç kimse, Kur’ân-ı kerîmde ve sünnetde ictihâd edemez, ya’nî ahkâm çıkaramaz dediler. Bu hareket, müslimânla- rın ilm ve anlayış kapılarının kapanmasına sebeb olmuş- dur. İslâmın duraklamasına, bu ictihâd yasağı sebeb gös- teriliyor.
Şî’îler, mezheblerini yaymak için, bu yanlış sözlerden istifâde etmişlerdir. Şî’îler, Sünnîlerin onda biri kadar yok idi. Şimdi çoğalmış ve sünnîler kadar olmuşlardır. Bunun böyle olması tabî’îdir. Zîrâ ictihâd bir silâha benzer, İslâm fıkhını, ya’nî ahkâm bilgilerini gelişdirir, Kur’ân-ı kerîm ve sünnet anlayışını yeniler. İctihâd yasağı da, çürümüş si- lâh gibidir. Ahkâmı belirli bir çerçevede bırakır. Bu ise, anlayış kapısını kapayıp, zemânın ihtiyâclarına kulak tıka- makdır. Senin silâhın çürük, düşmanınki mükemmel ise, er geç bir gün, o düşmana mağlûb olmağa mahkûmsun. Zan ediyorum ki, yakın bir gelecekde, ehl-i sünnetin akl- lıları ictihâd kapısını açacaklardır. Bu işi yapmadıkları takdîrde, birkaç asr sonra, onlar azınlık, şî’îler ise ekseriy- yet olacaklardır[1].
[Ehl-i sünnetin dört mezhebinin îmânları, i’tikâdları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yokdur. Ayrılıkları yalnız ibâdetlerdedir. Bu da, müslimânlara bir kolaylıkdır. Şî’îler ise, îmânda oniki
[1] Nasslarda, ya’nî âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açık bildiril- memiş, kapalı bildirilmiş olan ahkâmı anlıyabilen derin âlimlere (Müctehid) denir. Müctehid olabilmek için lâzım olan şartlar (Se’âdet-i ebediyye) ve (Fâideli bilgiler) kitâblarımızda uzun yazılıdır. Hicretden dörtyüz sene sonra, bu şartlara mâlik olan âlim yetişmedi. İslâm düşmanları, zındıklar, (ictihâd yapıyoruz) diyerek, islâmiyyeti içerden yıkmağa kalkışdılar. Hâlbuki, müctehidler, kıyâmete kadar zuhûr edecek, her dürlü hâdisenin ahkâmını nasslardan çıkarmış, hep- si Ehl-i sünnet kitâblarına yazılmışdır.
– 23 –
fırkaya ayrılmışlar, çürük silâh olmuşlardır. Bunlar, (Milel ve Nihal) kitâbında uzun yazılıdır.]
Kendini beğenmiş Necdli genç Muhammed, Kur’ânı ve sünneti anlama husûsunda, nefsine uyardı. Sâdece kendi zemânındaki âlimlerin ve dört mezheb imâmının görüşle- rini değil, Ebû Bekr, Ömer gibi sahâbe büyüklerinin de gö- rüşlerini hiçe sayardı. Kur’ânın bir âyetini onlara muhâlif zan etdiği zemân: Peygamber: (Ben size Kur’ânı ve sünne- ti bırakdım) demişdir. (Ben size Kur’ânı, sünneti ve sahâbe ve mezheb âlimlerini bırakdım) dememişdir[1]. Binâena- leyh, herkese farz olan, mezheb görüşlerine, sahâbe ve âlimlerin söylediklerine ne kadar muhâlif de olsa, Kur’âna ve sünnete tâbi’ olmakdır[2], derdi.
Abdürrızânın evindeki yemek sohbetinde, Necdli Mu- hammed ile, yine orada müsâfir olan Kumlu Şeyh Cevâd isminde, bir şî’î âlim arasında şöyle bir münâkaşa geçdi:
Şeyh Cevâd—Alînin müctehid olduğunu kabûl etdiğin hâlde, niye şî’îler gibi ona tâbi’ olmuyorsun?
Necdli Muhammed—Zîrâ Alî de, Ömer ve başka sahâ- bîler gibidir. Sözü huccet olamaz, ancak Kur’ân ve sünnet huccet olur. [Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın hepsinin sözleri huccetdir. Peygamberimiz, onlardan herhangi birine tâbi’ olmamızı emr etdi[3].]
Şeyh Cevâd—Peygamberimiz, (Ben ilmin şehri, Alî de kapısıdır) dediğine göre, Alî ile diğer sahâbîlerin arasın-
  1. [1]  Necdli Muhammed, bu sözü ile, Eshâb-ı kirâma tâbi’ olmağı emr eden, hadîs-i şerîfleri inkâr etmekdedir.
  2. [2]  Şimdi, bütün islâm memleketlerinde, câhil ve hâin kimseler, din adamı şekline girerek, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırıyorlar. Sü’ûdî Arabistân- dan aldıkları bol para karşılığında, vehhâbîliği medh ediyorlar. Hepsi, her yerde, Necdli Muhammedin yukarıdaki sözünü silâh olarak kulla- nıyorlar. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i sünnet âlimlerinin, dört imâmın hiçbir sözü Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere muhâlif değil- dir. Bunlara hiçbir ilâve yapmamışlar, bunları açıklamışlardır. Vehhâ- bîler, ingilizler gibi, yalanlarla, müslimânları aldatıyorlar.
  3. [3]  Muhammed aleyhisselâmın o güzel, mübârek yüzünü gören müslimâ- na (Sahâbî) denir. Birkaçına (Sahâbe) veyâ (Eshâb) denir.
– 24 –
da bir fark olması lâzım gelmez mi?
Necdli Muhammed—Alînin sözü huccet olsaydı, Pey- gamber, (Ben size Kur’ân, sünnet ve Alîyi bırakdım) de- mez miydi?
Şeyh Cevâd—Evet öyle demiş sayılır. Zîrâ, bir hadîs-i şerîfde, (Allahın kitâbını ve Ehl-i beyti bırakıyorum) de- mişdir. Alî ise, Ehl-i beytin en büyüğüdür.
Necdli Muhammed, Peygamberin böyle söylediğini in- kâr etdi.
Şeyh Cevâd da, Necdli Muhammedi, iknâ’ edici delîl- lerle susdurdu.
Fekat Necdli Muhammed, i’tirâz ederek: (Siz Peygam- berin, (Ben size Allahın kitâbını ve ehl-i beytimi bırakıyo- rum) dediğini iddiâ ediyorsunuz. Peki, Resûlullahın sün- neti nerde kaldı?) dedi.
Şeyh Cevâd—Resûlullahın sünneti, Kur’ânın îzâhıdır. Resûlullah, (Allahın kitâbını ve ehl-i beytimi bırakıyo- rum) demişdir. Allahın kitâbından, onun îzâhı olan sün- neti de kasd edilmişdir.
Necdli Muhammed—Ehl-i beytin sözleri Kur’ânın îzâ- hı olduğuna göre, hadîslerle îzâha ne lüzûm olabilir?
Şeyh Cevâd—Hazret-i Peygamber vefât etdiği zemân, Onun ümmeti, zemânının ihtiyâclarına cevâb verecek bir Kur’ân tefsîrine, ihtiyâc duydular. İşte bundan dolayıdır ki, hazret-i Peygamber ümmetine, asl olan Kur’âna ve ye- ni zemânın ihtiyâclarına cevâb verecek, Kur’ânı tefsîr eden Ehl-i beytine tâbi’ olmağı emr etmişdir.
Bu münâkaşa çok hoşuma gitdi. Necdli Muhammed, yaşlı Şeyh Cevâd karşısında, avcının elindeki serçe gibi, hareket edemez oldu.
Aradığımı Necdli Muhammedde bulmuşdum. Zîrâ, onun muâsırı âlimlere saygısızlığı, dört Halîfeye dahî ehemmiyyet vermeyişi, Kur’ânı ve sünneti anlama husû- sunda müstakil bir görüşe sâhib oluşu, onu avlayıp elde
– 25 –
etmek için, en za’îf noktalarındandı. Bu mağrûr genç nere- de, o Türkiyede yanında okuduğum Ahmed efendi nere- de! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiç bir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebû Hanîfenin ismini zikr etmek istediği zemân, kalkar abdest alırdı. (Buhârî) nâmındaki hadîs kitâbını eline almak istediği zemân, yine abdest alır- dı. Sünnîler, bu kitâba son derece i’timâd ederler.
Necdli Muhammed ise, Ebû Hanîfeyi çok hafîfe alırdı ve (Ben Ebû Hanîfeden dahâ iyi biliyorum) derdi[1]. Ayrıca (Buhârî) kitâbının yarısının bâtıl olduğunu iddiâ ederdi[2].
[Hempherin i’tirâflarını türkçeye terceme ederken, aşağıdaki hâdiseyi hâtırladık: Bir lisede muallim idim. Dersde, bir talebem, (Hocam, harbde ölen müslimân şe- hîd olur mu?) dedi. (Evet olur) dedim. (Peygamber bu- nu haber verdi mi?) dedi. (Evet) dedim. (Denizde boğu- lursa da, şehîd olur mu?) dedi. (Evet olur. Hem de sevâ- bı dahâ çok olur) dedim. (Tayyâreden düşerse de, şehîd olur mu?) dedi. (Evet olur) dedim. (Peygamberimiz bun- ları da haber verdi mi?) dedi. (Evet, haber verdi) dedim. Bir kahraman edâsı ile ve gülerek, (Hocam! O zemân tayyâre var mı idi?) dedi. (Yavrum! Peygamberimizin 99 ismi var. Her bir ismi, bir güzel sıfatını bildirmekdedir. Bir ismi, (Câmi’ul-kelim)dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamberimiz, (Yüksekden düşen şehîd olur) buyurdu) dedim. Bu cevâbımı çocuk hayret ve şük- rân ile karşıladı. Bunun gibi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, çok kelimeler ve hükmler, ya’nî emrler ve ya- saklar vardır ki, herbiri, muhtelif ma’nâları bildirmekde- dir. Bu ma’nâları bulmağa ve aralarından lâzım olanı seçmeğe (İctihâd) etmek denir. İctihâd yapabilmek için, derin âlim olmak lâzımdır. Bunun için, Sünnîler, câhille-
  1. [1]  Şimdi ba’zı câhil mezhebsizler de, böyle söylemekdedirler. Şimdi, Tür- kiyede profesör denilen ba’zı ahmakların, câhillerin böyle konuşduk- ları işitilmekdedir. Hadîs-i şerîfler, (Se’âdet-i Ebediyye) 422.ci sahîfe- de bunları uzun bildirmekdedir.
  2. [2]  Bu hâli, hadîs ilminden hiç haberi olmadığını göstermekdedir.
– 26 –
rin ictihâd yapmalarını yasak etmişdir. Bu, ictihâdı yasak etmek değildir. Hicretden dört asr sonra, mutlak mücte- hid [derin âlim] hiç yetişmediği için, ictihâd yapılmamış, ictihâd kapısı kendiliğinden kapanmışdır. Kıyâmete ya- kın, Îsâ aleyhisselâm gökden inecek ve Mehdî çıkacak, ic- tihâd yapacaklardır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Benden sonra, müslimânlar yetmişüç fırkaya ayrılacak. Yalnız bi- risi Cennete gidecekdir) buyurdu. (O bir fırka kimlerdir) denildikde, (Bana ve Eshâbıma tâbi’ olanlardır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz!) ya’nî doğru yo- la, Cennete götüren yola kavuşursunuz buyurdu. Abdül- lah bin Sebe’ isminde Yemenli bir yehûdî, islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimânlar arasına Eshâb düşman- lığı sokdu. Bu yehûdîye aldanarak, Eshâb-ı kirâma düş- man olan câhillere (Şî’î) denildi. Hadîs-i şerîflere uyarak, Eshâb-ı kirâmı sevenlere ve onlara tâbi’ olanlara da (Sün- nî) denildi.]
Ben, Necdli Muhammed bin Abdülvehhâb ile çok ya- kın bir arkadaşlık kurdum. Dâimâ onu övüyordum. Bir gün ona: (Sen Ömer ve Alîden dahâ büyüksün. Peygam- ber şimdi hayâtda olsaydı, onları değil seni kendine halîfe ta’yîn ederdi. Ben, İslâmın senin elin üzerinde yenilenme- sini ve yükselmesini umuyorum. İslâmı cihâna yayacak yegâne [biricik] âlim sensin) dedim.
Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile Kur’ânı, sahâbenin, mezheb imâmlarının ve müfessirlerin tefsîrlerine muhâlif bir şeklde, temâmen kendi fikrlerimize göre tefsîr etmeği kararlaşdırdık. Kur’ânı okuyor ve ba’zı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, Muhammedi tuzağa düşürmek idi. Zâten o da, kendini inkılâbcı olarak göster- mek ve dahâ fazla i’timâdımı kazanmak için, görüş ve fikrlerimi memnûniyyet ile karşılardı.
Bir kerre, (Cihâd farz değildir) dedim. – 27 –
Allah, (Kâfirler ile harb edin)[1] buyurduğu hâlde, nasıl farz olmasın? dedi.
— Ben, öyleyse Allah (Kâfirler ile ve münâfıklar ile ci- hâd et)[2] buyurduğu hâlde, niye Peygamber münâfıklarla cihâd etmedi, dedim. [Hâlbuki, kâfirlerle yirmiyedi kerre cihâd yapdığı (Mevâhibü ledünniyye)de yazılıdır. Kılınç- ları İstanbulda, müzede teşhîr edilmekdedir. Münâfıklar müslimân görünürlerdi. Gündüzleri Mescid-i nebevîde Resûlullah ile nemâz kılarlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onları bilirdi. Fekat hiç birine, sen mü- nâfıksın demedi. Harb edip, onları öldürseydi, (Muham- med aleyhisselâm kendine îmân edenleri öldürdü) denilir- di. Bunun için münâfıklarla (söz) ile cihâd yapdı. Çünki, farz olan cihâd, beden ile, mal ile ve söz ile yapılır. Yuka- rıdaki âyet-i kerîme, kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd ya- pılmasını emr ediyor. Bu cihâdın, nasıl yapılacağı açıklan- mıyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, kâ- firlerle cihâdı, harb ederek, münâfıklarla cihâdı, va’z ve nasîhat ederek yapdı.]
— O, (Peygamber dili ile onlarla cihâd etmişdir) de- di.
— Ben, (Farz olan cihâd, dil ile olanı mıdır?) dedim.
— O, (Resûlullah, kâfirlerle muhârebe etmişdir) de- di.
— Ben, (Peygamber, kâfirlerle, kendini müdâfe’a için cihâd etdi. Zîrâ kâfirler Onu öldürmek istiyorlardı) de- dim.
Evet ma’nâsında, başını salladı.
— Bir kerre, ona
(müt’a) nikâhı câizdir dedim.
— O, (câiz değildir) dedi.
— Ben, (Allah,
(Onlardan fâidelendiğinize mukâbil,
[1] Tevbe sûresi, âyet: 73 [2] Tevbe sûresi, âyet: 73
– 28 –
karârlaşdırılmış olan mehrlerini verin)[1], buyuruyor) de- dim[2].
— O, (Ömer, Peygamber zemânında mevcûd olan iki müt’ayı yasak etdi ve onu yapanı cezâlandıracağını bildir- di) dedi.
— Ben, (Sen hem, Ömerden dahâ iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi’ oluyorsun. Kaldı ki Ömer, Peygamber halâl ediyordu, ben yasaklıyorum demişdir[3]. Sen niye Kur’ân ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömerin sözünü tutuyorsun) dedim.
O cevâb vermedi. Anladım ki, iknâ oldu.
O an, Necdli Muhammedin canının kadın istediğini bi- liyordum, kendisi bekâr idi. Ona, (Gel Müt’a nikâhı ile bi- rer kadın alalım. Onlarla eğleniriz) dedim. Başını sallaya- rak kabûl etdi. Bu fırsatı büyük bir ganîmet bildim ve ona eğlencelik bir kadın bulmağa söz verdim. Benim gâyem, onun insanlardan olan korkusunu kırmakdı. Fekat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini dahî kadına söylemememi şart koşdu. Alelacele, orada müslimân gençleri ifsâd etmek için, Müstemlekeler nâzırlığı tarafın- dan gönderilen, hırıstiyan kadınların yanına gitdim. On- lardan birine mes’eleyi anlatdım. Kabûl edince, ona Safiy- ye ismini verdim. Necdli Muhammedi onun evine götür- düm. Evde sâdece Safiyye vardı. Necdli Muhammed için bir haftalık nikâh akdini yapdık. O da kadına (Mehr) ola- rak biraz altın verdi. Ben dışardan, Safiyye içerden, Necd- li Muhammedi aldatmağa başladık.
[1] Nisâ sûresi, âyet: 24
  1. [2]  Müt’a nikâhı, şimdiki metres hayâtına benzemekdedir. Şî’îler, buna
    câiz diyor.
  2. [3]  Ömer “radıyallahü anh” böyle söylemedi. İngiliz câsûsu, bütün hıristi-
    yanlar gibi, hazret-i Ömere düşman olduğundan, bu sözü ile de saldır- mışdır. (Hucec-i kat’ıyye)de diyor ki, (Ömer “radıyallahü anh”, Müt’a nikâhını Resûlullahın yasak etdiğini, Onun yasakladığı şeyi yapdırmı- yacağını söyledi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, halîfenin bu sözünü destekle- di. Aralarında hazret-i Alî de vardı).
– 29 –
Safiyye, Necdli Muhammedi iyice eline aldı. Zâten, o da, ictihâd ve fikr hürriyyeti behânesi ile, islâmiyyetin emrlerine karşı gelmenin nefsânî tadını duymuşdu.
Müt’a nikâhının üçüncü gününde, içkinin harâm ol- madığına dâir uzun uzadıya onunla münâkaşa etdim. O ne kadar harâm olduğuna dâir âyet ve hadîs getirdiyse, hepsini ibtâl etdim ve en son, Yezîd, Emevî ve Abbâsî halîfelerinin içki içdiği bir gerçekdir. Hepsi dalâletde de, sen mi doğru yoldasın? Şübhesiz onlar, senden dahâ iyi Kur’ânı ve sünneti bilirlerdi. Kur’ân ve sünnetden, içki- nin harâm değil de mekrûh olduğunu anlamışlardır. Ye- hûdî ve hıristiyanların kitâblarında da, içkinin mubâh ol- duğu yazılıdır. Bütün dinler Allahın emrleridir. Hattâ ri- vâyete göre, Ömer, (Siz hepiniz vazgeçdiniz değil mi?)[1] âyeti nâzil oluncaya kadar, içki içmişdir. Şâyed harâm olsaydı, Peygamber onu cezâlandırırdı. Peygamber onu cezâlandırmadığına göre, içki halâldir) dedim. [Hâlbuki Ömer “radıyallahü anh”, harâm edilmeden evvel içerdi. Harâm edilince, aslâ içmedi. Emevî ve Abbâsî halîfele- rinden ba’zılarının alkollü içki içmesi, alkollü içkinin mekrûh olduğunu göstermez. Kendilerinin fâsık olduk- larını, harâm işlediklerini gösterir. Çünki, câsûsun söy- lediği âyet-i kerîme ve diğer âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, alkollü içkinin harâm olduğunu bildirmekde- dir. (Riyâdun-nâsıhîn)de diyor ki, (Başlangıcda şerâb içmek câiz idi. Hazret-i Ömer, Sa’d ibni Ebî Vakkas, sa- hâbînin bir kısmı içerlerdi. Sonra, Bekara sûresinin 219. cu âyeti inerek, günâhının çok olduğu bildirildi. Dahâ sonra, Nisâ sûresinin 42. ci âyeti gelerek, (Serhoş iken ne- mâza yaklaşmayınız!) buyuruldu. Nihâyet, Mâide sûre- sinin 93. cü âyeti gelerek, şerâb harâm oldu. Hadîs-i şe- rîfde, (Çoğu serhoş edenin, azı da harâmdır) ve (Şerâb günâhların en büyüğüdür) ve (Şerâb içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Ondan kız alıp verme-
[1] Mâide sûresi, âyet: 91
– 30 –
yiniz!) ve (Şerâb içmek, puta tapmak gibidir) ve (Şerâb içene, satana, yapana, verene, Allahü teâlâ la’net etsin) buyuruldu.)]
Necdli Muhammed: (Ba’zı rivâyetlere göre, Ömer içki- yi su ile karışdırarak içiyormuş ve serhoş etmez ise, harâm değildir, diyormuş. Ömerin görüşü doğrudur, çünki, Kur’ânda deniliyor ki, (Şeytân, içki ve kumar ile aranıza adâvet ve buğz sokmak ve Allahın zikrinden ve nemâzdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?)[1]. İçki sarhoş etmediği zemân, âyetde bildirilen gü- nâhlara sebebiyyet vermez. Binâenaleyh, içki sarhoş et- mediği zemân, harâm değildir)[2] dedi.
Aramızda geçen bu içki ile alâkalı münâkaşayı Safiy- yeye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini ten- bîh etdim. Sonra, dedi ki: (Senin dediğini yapdım, içkiyi içirdim, oynadı ve o gece bir kaç sefer benimle berâber oldu.) İşte böylece, Safiyye ile birlikde, Necdli Muham- medi iyice ele geçirdik. Müstemlekeler nâzırı ile vedâlaş- dığım zemân bana: (Biz İspanyayı kâfirlerden [Müsli- mânları kasdediyor] içki ve zinâ ile aldık. Yine bu iki bü- yük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım), demişdi. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlı- yorum.
Bir gün Necdli Muhammede oruc mes’elesini açdım: (Kur’ânda, (Oruc tutmanız, sizin için dahâ hayrlıdır)[3] deniliyor. Farz olduğu söylenmiyor. Öyleyse, oruc islâm dîninde sünnetdir, farz değildir) dedim. Bu teklifime i’tirâz edip, (Beni dînimden mi çıkarmak istiyorsun?) dedi. Ben de, ona: (Din, kalbin temizliği, rûhun selâme- ti ve başkasının hakkına tecâvüz etmemekdir. Peygam- ber, (Din sevgidir) dememiş mi? Allah da, Kur’ân-ı ke-
[1] Mâide sûresi, âyet: 91
[2] Hâlbuki Peygamberimiz, (Çok içince serhoş edenin, serhoş etmeyen
az mikdârını içmek de, harâmdır) buyurdu. [3] Bekara sûresi, âyet: 184
– 31 –
rîmde, (Sana yakîn hâsıl oluncaya kadar Rabbine ibâdet et!)[1], buyurmamış mı?[2] Öyle ise, insana, Allah ile kıyâ- met günü hakkında yakîn hâsıl olup, kalbi iyi, ameli de te- miz olduğu zemân, insanların en fazîletlisi olur) dedim. Bu sözlerime mukâbil, (Hayır, doğru değildir) ma’nâsın- da, başını salladı.
Bir kerre ona dedim ki: (Nemâz farz değildir). (Nasıl farz değildir?) dedi. Cevâben, (Allah Kur’ânda, (Beni an- mak için nemâz kıl)[3], buyuruyor. Öyle ise, nemâzdan maksad, Allahı anmakdır. Binâenaleyh nemâz kılmak ye- rine, Allahı anabilirsin) dedim.
O da, (Evet ba’zı kimseler, nemâz vaktlerinde nemâz yerine Allahı zikr ediyorlarmış)[4] dedi. Ben de, onun bu sözüne çok sevinmişdim. Bu fikri ileri götürmeğe çok ça- lışdım ve onun kalbini ele geçirdim. Sonra bakdım ki, ne- mâza ehemmiyyet vermiyor. Ba’zen kılıp, ba’zen kılmı- yor. Bilhâssa sabâh nemâzlarını çok kaçırıyordu. Zîrâ, ge- ce ortasına kadar onunla konuşarak, uyumasına mâni’ oluyordum. Sabâhları da, hâlsiz olduğu için, nemâza kal- kamıyordu.
Necdli Muhammedin omuzundan îmân libâsını yavaş yavaş indirmeğe başladım. Bir gün, Peygamber hakkında da onunla münâkaşa etmek istedim. (Bundan sonra, bu mevzû’larda, benimle konuşursan, aramız açılır ve senin- le alâkamı keserim) dedi. Bunun üzerine, bütün muvaffa- kıyyetimin bir anda zâil olacağı korkusundan, Peygamber hakkında konuşmakdan vazgeçdim.
Sünnîlik ve şî’îliğin hâricinde, kendisine bir yol tutma-
[1] Hicr sûresi, âyet: 99
[2] Bütün islâm kitâbları diyor ki, burada (Yakîn) ölüm demekdir. Bu
âyet-i kerîme, (Ölünciye kadar ibâdet et!) demekdir.
[3]
Tâhâ sûresi, âyet: 14
[4] Peygamberimiz (Nemâz dînin direğidir. Nemâz kılan dînini yapmış
olur. Kılmıyan, dînini yıkmış olur) ve (Nemâzı, benim kıldığım gibi kı- lınız!) buyurdu. Nemâzı bu şeklde kılmamak büyük günâhdır. Kalbin temiz olmasına alâmet, nemâzı doğru kılmakdır.
– 32 –
sını telkîn etdim. O da, bu fikrime ehemmiyyet veriyordu. Zîrâ mağrûr birisiydi. Onun yularını Safiyye sâyesinde, ele geçirdim.
Bir kerre de, (Peygamber eshâbını birbirine kardeş yapmış, doğru mu?) dedim. (Evet), dedi. Bunun üzerine, (İslâmın ahkâmı geçici mi, devâmlı mı?) dedim. (Devâm- lıdır. Zîrâ Peygamber Muhammedin halâlı kıyâmet günü- ne kadar halâl, harâmı da kıyâmet gününe kadar harâm- dır) dedi. Ben de (Öyleyse gel seninle kardeş olalım) de- dim ve onunla kardeş olduk.
O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıkdı- ğında dahî berâberdik. Kendisine çok ehemmiyyet verir- dim. Zîrâ, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek ekdi- ğim ağaç, meyvesini vermeğe başlamışdı.
Londraya, Müstemlekeler nâzırlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevâblar çok cesâret verici ve teşvîk edici idi. Necdli Muhammed, kendisine çizdiğim yolda yü- rüyordu.
Benim vazîfem ona, istiklâl, hürriyyet ve şübheciliği aşılamakdı. İstikbâlinin çok parlak olacağını söyler ve onu çok överdim.
Bir gün, şöyle bir rü’yâ uydurdum: (Dün gece Pey- gamberimizi rü’yâda gördüm. Hocalardan duyduğum sı- fatlarını da söyledim. Bir kürsîde oturuyordu. Etrâfında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nûr gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Pey- gamber yerinden kalkdı ve her iki gözünüzün arasını öp- dü. Ve sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dün- yâ işlerinde, benim vekîlimsin dedi. Sen dedin ki, Yâ Re- sûlallah! Ben ilmimi insanlara açıklamakdan korkuyo- rum! Peygamber cevâben, sen en büyüksün, hiç korkma dedi.)
Muhammed bin Abdülvehhâb, rü’yâyı duydukdan sonra, sevincinden uçuyordu. Bir kaç def’a doğru söyle- yip söylemediğimi sordu. Ben de, her seferinde, yemîn
– 33 – İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları - F:3
ederek, doğrudur dedim. O da, doğru söylediğime emîn oldu. Zan ediyorum ki, o günden sonra, aşıladıklarımı açıklamağa, yeni bir mezheb kurmağa karâr verdi[1].
[1] İstanbul (Dâr-ül-fünûn)unda (Akâid-i islâmiyye) müderrisi iken, 1354 [m. 1936] senesinde vefât eden Bağdâdlı Cemîl Sıdkı Zehâvî efendinin (El-fecr-üs-sâdık) kitâbı 1323 [m. 1905]de Mısrda basılmış, İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset ile tekrâr basılmışdır. Bu kitâbda diyor ki, (İngilizlerin hâzırlamış olduğu, vehhâbî fırkası- nın bozuk fikrlerini, Muhammed bin Abdülvehhâb, 1150 [m. 1737] se- nesinde Necdde izhâr eyledi. Kendisi 1111 [m. 1699] de tevellüd, 1207 [m. 1792] de vefât etdi. Der’iyye emîri Muhammed bin Sü’ûd tara- fından, çok müslimân kanı dökülerek, yayıldı. Vehhâbîlerin, müsli- mânlara, sapıkdır, zararlıdır dedikleri ve yapdıkları işkenceler, (Kıyâ- met ve Âhıret) kitâbımızda uzun yazılıdır. Vehhâbîler, kendilerinden olmıyan müslimânlara müşrik dediler. Hepsinin tekrâr hac yapmaları lâzımdır, altıyüz seneden beri, bütün dedeleri gibi, bunlar da kâfirdir, dediler. Vehhâbî dînini kabûl etmiyenleri öldürdüler. Mallarını ganî- met olarak yağma etdiler. Muhammed aleyhisselâma çirkin şeyler söylediler. Fıkh, tefsîr ve hadîs kitâblarını yakdılar. Kur’ân-ı kerîmi, kendi düşüncelerine göre yanlış tefsîr etdiler. Müslimânları aldatmak için, Hanbelî mezhebinde olduklarını söylediler. Hâlbuki, Hanbelî âlimlerinden çoğu da, bunları red eden, bozuk olduklarını bildiren ki- tâblar yazdılar. Harâmlara halâl dedikleri ve Peygamberleri, Evliyâyı tenkîs etdikleri için kâfir olmakdadırlar. Vehhâbî dîninin esâsı on- dur: 1- Allah maddî bir varlıkdır. Eli, yüzü ve ciheti vardır, diyorlar. [Bu akîdeleri, hıristiyanların (Baba, oğul, rûh-ül kuds) inanışlarına benzemekdedir.] 2- Kur’ân-ı kerîme, kendi anladıkları gibi ma’nâ ver- mekdedirler.3- Eshâb-ı kirâmın bildirdiği şeyleri inkâr etmekdedirler. 4- Âlimlerin bildirdiklerini inkâr etmekdedirler. 5- Dört mezhebden birini taklîd eden kâfir olur, diyorlar. 6- Vehhâbî olmıyanlar kâfirdir, diyorlar 7- Peygamberi, Evliyâyı vesîle yaparak düâ eden, kâfir olur, diyorlar. 8- Peygamberin ve Evliyânın mezârlarını ziyâret etmek ha- râmdır diyorlar. 9- Allahdan başkası ile yemîn eden müşrik olur, di- yorlar. 10- Allahdan başkası için nezr yapan ve Evliyânın kabrleri ya- nında hayvan kesen müşrik olur diyorlar. Bu kitâbımda, bu on akîde- nin bozuk oldukları, vesîkalarla isbât edilecekdir.) Dikkat edilirse, Vehhâbî dîninin bu on esâsı, Hempherin, Necdli Muhammede telkîn etdiği din bilgileridir.
İngilizler, hıristiyanlık propagandası yapmak için, Hempherin i’ti- râflarını neşr etmişler. Müslimân yavrularını aldatmak için, islâm bil- gilerini yalan ve yanlış yazmışlardır. Bu yalan ve iftirâları tashîh ede- rek, gençlerimizi bu İngiliz hîlesinden, tuzağından kurtarmak maksadı ile, bu kitâbı biz de neşr ediyoruz.
– 34 –
Birinci Kısm BEŞİNCİ FASL
Necdli Muhammed ile çok samîmî olduğumuz bu gün- lerde, şî’îlerin en çok sevdiği, aynı zemânda onların ilm ve rûhâniyyet merkezi (Kerbelâ) ve (Necef) şehrlerine git- mek için Londradan emr geldi. Necdli Muhammed ile gö- rüşmemize son vermeğe, Basradan ayrılmağa mecbûr ol- dum. Fekat, bu câhil ve ahlâkı bozulan adamın, ileride ye- ni bir fırka kuracağına ve islâmiyyetin içerden yıkılmasına sebeb olacağına ve bu fırkanın bozuk inanclarını hâzırla- mış olduğuma sevinerek, Basradan ayrıldım.
Sünnîlerin dördüncü, şî’îlerin ise, birinci halîfesi olan Alî Necefde defn edilmişdir. Necefe bir fersah, ya’nî yürü- yerek bir sâat uzaklıkdaki (Kûfe) şehri, Alînin hilâfet merkezi idi. Alî öldürülünce, oğulları Hasen ve Hüseyn, onu Kûfenin hâricinde ve şu anda Necef denilen yerde defn etdiler. Sonra, Necef inkişâf etmeğe, Kûfe ise yıkıl- mağa başladı. Şî’î din adamları Necefde toplandı. Evler, çarşılar, medreseler yapıldı.
İstanbuldaki Halîfe, bunlara ihsânda bulunuyordu. Çünki:
1- Îrândaki şî’î hükûmet, Necefdeki şî’îleri destekliyor- du. Halîfe, onların işlerine karışsaydı, her iki hükûmet arasındaki münâsebetler gerginleşir, hattâ harb dahî vâkı’ olabilirdi.
2- Necef havâlîsinde şî’îleri destekleyen bir çok silâh- lı aşîret vardı. Silâhları ve teşkilâtları pek ehemmiyyetli olmamakla berâber, halîfe, o aşîretlerle harbe girebilir- di.
3- Necefdeki şî’îler, Hindistân, Afrika ve bütün dün- yâdaki şî’îlerin merci’leri idi. Halîfe, bunlara dokundu-
– 35 –
ğu zemân, bütün şî’îler galeyâna gelirdi.
Peygamberin torunu, ya’nî kızı Fâtımanın oğlu Hüseyn bin Alî, Kerbelâda şehîd edilmişdir. Irâk ehli, Hüseyni Medîneden kendilerine halîfe seçmek için çağırdılar. O ve âilesi Kerbelâ toprağına vardıklarında Irâk ehli caydılar. Şâmda oturan Emevî halîfesi Yezîd bin Muâviyenin emri ile, onu yakalamağa çıkdılar. Hüseyn, âilesi ile birlikde, Irâk ordusuna karşı ölünceye kadar, kahramanca muhâ- rebe etdi. Irâk ordusu gâlib geldi. O günden sonra, şî’îler Kerbelâyı rûhânî bir merkez olarak kabûl etdiler ve her yerden gelip, orada toplanırlar ki, bizim hıristiyanlık dî- ninde onun bir benzeri yokdur.
Kerbelâ, şî’îlerin bir şehri olup içinde şî’a medreseleri vardır. O ve Necef, birbirini desteklerler. Bu iki şehre git- mek emrini alınca, Basradan Bağdâda, oradan da, Fırat nehrinin kenârında bulunan “Hulle” şehrine gitdim.
Dicle ve Fırat Türkiyeden gelip, Irâkı yararak Basra körfezine dökülürler. Irâkın zirâat ve refâhı, bu iki nehre borçludur.
Ben Londraya döndükden sonra, Müstemlekeler nâ- zırlığına gerekdiği zemân, Irâka teklîflerimizi kabûl etdir- mek için, bu iki nehrin yataklarını değişdirecek bir plân yapmasını teklîf etdim. Zîrâ, su Irâkdan kesilince, bizim isteklerimizi kabûl etmeğe mecbûr olur.
Hulleden Necefe, Âzerbaycanlı bir tüccâr kıyâfetinde gitdim. Şî’î din adamlarıyla arkadaşlık ve samîmiyyet kur- dum ve onları aldatmağa başladım. Onların ders halkala- rına katıldım. Sünnîlerin çalışdıkları gibi, fen bilgilerine çalışmadıkları ve onlardaki güzel ahlâka mâlik olmadıkla- rını gördüm. Meselâ:
1- Osmânlı hükûmetine son derece düşmandılar. Çünki, onlar şî’î, Türkler sünnî idi. Sünnîlere kâfir di- yorlardı.
2- Şî’î âlimleri, tıpkı bizim duraklama devrindeki pa- pazlarımız gibi, kendilerini tamâmen dînî ilmlere vermiş,
– 36 –
dünyevî ilmlerle çok az ilgileniyorlardı.
3- İslâmiyyetin hakîkatinden, ulviyyetinden ve fen ve teknikdeki terakkîlerden haberleri yokdu.
Kendi kendime dedim ki, şî’îler ne zevallı insanlardır. Bütün dünyâ uyanık iken, bunlar uyuyorlar. Bir gün gele- cek bir sel gelip onları götürecek. Bir kaç kerre, onları ha- lîfeye isyân etmek için teşvîk etdim. Beni maalesef dinle- yen olmadı. Ba’zıları, bana gülüyordu. Sanki, onlara göre dünyâyı yıkın diyordum. Çünki onlar, Hilâfete zapt edil- mesi mümkin olmayan bir kal’a gibi bakıyorlardı. Onlara göre, ancak beklenilen Mehdî geldiği zemân, Hilâfetden kurtulabilirlerdi.
Onlara göre, Mehdî, İslâm Peygamberinin soyundan gelen ve hicrî 255 senesinde gözlerden gayb olan, on ikin- ci imâmlarıdır. O, şimdi hayâtda imiş ve bir gün zuhûr edecek, zulm ve haksızlıkla dolan bu dünyâyı adâlet ile dolduracakmış.
Hayret ediyorum! Şî’îler nasıl olur da, bu hurâfelere inanırlar. Bu, biz hıristiyanların inandığı (Îsâ gelecek, dünyâyı adâlet ile dolduracak) hurâfesine benziyordu.
Bir gün onlardan birisine: (İslâm Peygamberinin yap- dığı gibi, sizin de zulmü önlemeniz farz değil mi?) dedim. Cevâben dedi ki: (Allah Ona yardım ediyordu. Bunun için zulmü önlemeği başardı). Dedim ki, (Kur’ânda (Siz Allahın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder)[1]) yazılıdır. Siz de şâhlarınızın zulmü karşısında kılı- cınıza sarılırsanız, Allah size de yardım eder). Cevâbı şuy- du: (Sen bir tüccarsın, bunlar ise, ilmî mevzû’lardır, akl er- diremezsin).
Emîr-ül-mü’minîn Alînin türbesi çok tezyîn edilmiş. Güzel bir avlusu, altın kaplamalı büyük bir kubbesi ve iki
[1] Muhammed sûresi, âyet: 7. Allahü teâlânın dînine yardım etmek, islâ- miyyete tâbi’ olmak ve onu neşr etmeğe çalışmak demekdir. Hükûme- te isyân etmek, dîni yıkmak olur.
– 37 –
büyük minâresi vardı. Her gün bu türbeyi çok sayıda şî’î ziyâret eder. Cemâ’at ile nemâz kılarlar. Ziyâretçilerin her biri, önce eşiğine eğilir, onu öper. Sonra, kabre selâm verirdi. Evvelâ, izn ister, sonra girerlerdi. Türbenin büyük bir avlusu ve bu avluda, din adamları ile ziyâretçiler için bir çok oda vardı.
Kerbelâda Alînin türbesine benzer, iki türbe vardı. Bi- rincisi Hüseyne, ikincisi ise, onunla berâber Kerbelâda şe- hîd olan kardeşi (Abbâs)a âiddir. Şî’îler Necefde yapdık- larının aynını (Kerbelâ)da da yapıyorlardı. Kerbelânın ik- lîmi Necefinkinden dahâ güzeldi. Etrâfında güzel bahçe- ler ve akarsular vardı.
Irâk seferimde kalbimi ferahlandıran bir manzara ile karşılaşdım. Ba’zı hâdiseler, Osmânlı hükûmetinin sonu- nun yaklaşdığını haber veriyordu. Zîrâ, İstanbul hükûme- ti tarafından ta’yîn edilen vâlî, câhil ve zâlim bir adamdı. Canının istediği gibi hareket ederdi. Halk ondan râzı de- ğildi. Sünnîler, vâlî onların hürriyyetlerini tahdîd etdiği ve onlara kıymet vermediği için, şî’îler ise, kendi aralarında vilâyete lâyık olan, Peygamberin soyundan seyyidler ve şerîfler varken, bir Türk vâlî tarafından idâre edilmekden râhatsızlardı.
Şî’îlerin hâli, çok vahîm idi. Pislik ve yıkıntılar içinde yaşıyorlardı. Yollar emniyyetsizdi. Yol kesenler dâimâ kervanları gözlüyorlar. Berâberlerinde asker olmayınca, hemen saldırıyorlardı. Bunun için, hükûmet onlarla bir- likde bir müfreze asker göndermedikçe, kâfileler sefere çıkamıyordu.
Şî’î aşîretler arasında kavgalar çokdu. Her gün birbirle- rini öldürüp yağmalıyorlardı. Cehâlet korkunç bir şeklde yaygındı. Şî’îlerin bu hâli, kilisenin Avrupayı istilâ etdiği zemânları bana hâtırlatıyordu. Necef ve Kerbelâdaki din adamları ve onlara bağlı bir ekalliyyet hâricinde, her bin şî’îden bir okur yazar çıkmıyordu.
İktisâdî hayât temâmen çökmüş, insanlar fakr-u zarû- – 38 –
ret içinde kıvranıyorlardı. Devlet çarkı da, dönmez hâle gelmişdi. Şî’îler, hükûmete hiyânet ediyorlardı.
Devlet ile halk, birbirlerine şübhe ile bakıyordu. Bu- nun için, aralarında yardımlaşma yokdu. Şî’î din adamla- rı, kendilerini sünnîleri kötülemeğe vermiş, dünyâ ilmle- rinden elini eteğini çekmişlerdi.
Kerbelâda ve Necefde dört ay kadar kaldım. Necefde çok şiddetli bir hastalık geçirdim. Hattâ, kendimden üm- mîdi kesdim. Üç hafta hasta kaldım. Bir doktora gitdim. Bana ba’zı ilâclar verdi. İlâçları içince sihhatim düzelmeğe başladı. Hastalığım müddetince, yerin dibinde bir odada kalıyordum. Benim ev sâhibim, râhatsızlığım sebebi ile, az bir ücret karşılığında, ilâc ve yemek yapıyor ve bana hiz- met etmekden büyük sevâb bekliyordu. Zîrâ, sözde ben Emîr-ül-mü’minîn Alînin ziyâretçisiydim. Hastalığımın ilk günlerinde, tabîb sâdece tavuk suyu içmemi söyledi. Son- ra, etinden de yimeme müsâade etdi. Üçüncü hafta pirinç çorbası yidim. İyileşdikden sonra, Bağdâda gitdim. Necef, Hulle, Bağdâd ve yoldaki müşâhedelerimle alâkalı yüz sa- hîfelik uzun bir rapor hâzırladım. Raporu Müstemlekeler nezâretinin Bağdâddaki mümessiline teslîm etdim. Irâkda mı kalacağım, yoksa Londraya mı döneceğim husûsunda nâzırlıkdan emr bekledim.
Londraya dönmek istiyordum. Zîrâ, uzun zemân gur- betde idim. Vatanımı ve âilemi çok özlemişdim. Bilhâssa, benden sonra hayâta gözlerini açan oğlum Rasbutini gör- mek istiyordum. Bundan dolayı, raporumla berâber, nâzır- lıkdan kısa bir müddet için bile olsa, Londraya dönmek için izn taleb etdim. Üç senelik Irâk seferimle alâkalı intiba’la- rımı şifâhen anlatmak ve biraz istirâhat etmek istiyordum.
Nâzırlığın Irâkdaki mümessili, kimse şübhelenmesin diye, kendisine fazla uğramamamı ve Dicle nehrinin kı- yısındaki hanların birinde, bir oda kirâlamamı tenbîh etdi ve (Londradan posta geldiği zemân, nâzırlığın ce- vâbını sana bildireceğim) dedi. Ben Bağdâdda kaldığım
– 39 –
zemân, Hilâfetin merkezi İstanbul ile Bağdâd arasındaki ma’nevî uzaklığı müşâhede etdim.
Basradan Kerbelâ ve Necefe gitdiğimde, Necdli Mu- hammed, kendisine gösterdiğim yoldan sapacak diye, çok üzülüyordum. Zîrâ o, çok mütehavvil ve çok asabî idi. Onun üzerinde inşa etdiğim bütün emellerimin zâyi’ ola- cağından korkuyordum.
Kendisinden ayrılırken, İstanbula gitmeği düşünüyor- du. Bu fikrinden vazgeçmesi için, çok telkînde bulundum ve (Oraya gitdikden sonra, seni tekfîr edebilecekleri bir söz sarf eder ve seni öldürmelerinden çok endişe ediyo- rum) dedim.
Gâyem başka idi. Oraya gitdikden sonra, eğrilerini doğrultacak, Ehl-i sünnet i’tikâdına dönmesini sağlayacak derin âlimlerle görüşmesinden ve bütün emellerimin zâyi’ olacağından korkuyordum. Çünki, İstanbulda ilm ve İslâ- mın güzel ahlâkı vardı.
Necdli Muhammedin, Basrada kalmak istemediğini anlayınca, İsfahan ve Şîrâza gitmesini tavsiye etdim. Çün- ki, bu iki şehr çok güzeldi. Halkı da, şî’î idi. Şî’anın ise, Necdli Muhammede te’sîr etmek ihtimâli yok idi. Çünki, şî’îlerde ilm ve ahlâk noksandı. Böylece, onun, hâzırladı- ğım yoldan dönmiyeceğine emîn oldum.
Ondan ayrılırken, kendisine, (Takıyyeye inanıyor mu- sun?) demişdim. Cevâben, (Evet inanıyorum. Zîrâ sahâ- beden biri, müşrikler zulm yapdığı ve anne ve babasını öl- dürdükleri zemân, (Takıyye) edip, şirki izhâr etmişdi. Bu- na karşı Peygamber de, ona hiç bir şey söylememişdi) de- di. Ben de, (Şî’îler arasında, takıyye edip, Sünnî olduğunu söyleme ki, başına bir felâket getirmesinler. Onların memleketlerinden ve ulemâsından istifâde et! Onların âdet ve mezheblerini öğren. Zîrâ bunlar câhil ve inâdcı kimselerdir) dedim.
Oradan ayrılırken, zekât olarak, bir mikdâr para ver- dim. Zekât, muhtaclara dağıtılmak üzere alınan İslâmî bir vergidir. Ayrıca, binmesi için bir hayvan alıp, hediyye et- dim. Böylece ayrıldık.
– 40 –
Ayrıldıkdan sonra, kendisiyle irtibâtım kesildi. Bunun için, çok râhatsızdım. İkimiz de Basraya dönmek üzere ayrıldık, (Kim önce dönüp arkadaşını bulamazsa, bir mektûb yazıp, Abdürrızâya bıraksın) dedik.
İNGİLİZ VAHŞETİ
  1. 1–  Türkiye gazetesinin 2 temmuz 1995 târîhli dıvar takvîminde diyor ki, Fa- kîr memleketlerde bebekleri kaçırarak organ nakli ticareti yapan bir in- giliz şebekesi tesbît edildi. Brezilyadan gelen bir haberde diyor ki, Cambridge şehrindeki milletler arası a’zâ nakli teşkilâtı, kaçırılan be- bekler hakkında tahkîkât yapmakdadır. Ba’zı ingiliz hastahânelerinin, bu bebek a’zâlarına rağbet gösterdikleri, çok pahâlı satın aldıkları tesbît edilmişdir.
  2. 2–  4 Temmuz 1995 salı târîhli (Türkiye) gazetesinde diyor ki, kimyâ üzerin- de doktora yapmak için ingiltereye giden 60 dan fazla müslimân genç, garîblerin, fakîrlerin yaşadığı New Castle şehrine yerleşdirildi. Talebe- den Mustafa Arslanoğlu, gece evine dönerken, civardaki kiliseden çıkan iki ingiliz, taş ve sopalarla hücûm edip, bayıltıncıya kadar dövdüler. Yakmak için, üzerine gaz dökdüler. Allahdan çakmakları ateş almadı. Bu hâli evinin balkonundan gören bir kız, polise haber verdi. İslâm düş- manı gençler kaçıp, kiliseye saklandılar.
  3. 3–  Aynı gazetede diyor ki, Bosnada yaradan, açlıkdan hergün yüzlerce müslimân ölüyor. Açlıkdan ağlıyan, bayılan yavrularının feryâdlarını duymamak için, ana babalar sokaklara kaçıyorlar. İslâm memleketlerin- den gelen gıdâ maddelerini sırplar alıyor. İngilizlerin idâresindeki bir- leşmiş milletler askerleri sırplara câsûsluk yapıyor. Bu askerler ve hıris- tiyan turistler, müslimânların vücûdlarından kan fışkırırken, Avrupadan gelen bu islâm düşmanları, şeref kadehleri kaldırıyor. Bosnadaki cana- varlık, ingilizler tarafından plânlandı. 1988 de Kosovada başlatıldı. Mi- loseviç maşa olarak seçildi. İngilizler, sırplara, (Korkmayın! Arkanızda biz varız) diyorlar.
İngiliz kâfiri, islâm beldesinde, ahmakları bularak, hem besler, hem de, İslâma hücûm yollarını öğretir, İslâmiyyete uyana gerici denir.
Çıplak gezmek, içki, şehvet moda olur. din kardeşliği, sevişmek unutulur.

İslâm düşmânları, köpekleri besliyor,
bunları, mü’minlerin başına geçiriyor.
Hepsi, islâmiyyete, ahlâka saldırıyor.
Allahü teâlâ da, cezâlarını veriyor.
Çünki, Kur’ân-ı kerîmde Rabbimiz va’d ediyor, (İslâmiyyeti elbet, koruyacağım) diyor. Müslimânlara da: (Düşmana aldanmayın,

çok çalışıp, ondan üstün olun) buyuruyor.
– 41 –
Birinci Kısm ALTINCI FASL
Bir müddet Bağdâdda kaldım. Sonra, Londraya dön- mek için emr geldi. Ben de döndüm. Londrada sekreter ve ba’zı nezâret mensûbları ile görüşdüm. Onlara uzun se- ferimde yapdıklarımı ve müşâhedelerimi anlatdım. Irâkla alâkalı ma’lûmâtlarıma çok sevindiler ve memnûniyyetle- rini bildirdiler. Dahâ önce gönderdiğim raporu da gör- müşlerdi. Safiyye de, benim raporuma mutâbık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, nâzırlığın adamları, beni ta’kîb etmişler. Onlar da, gönderdiğim ra- porlara ve sekretere anlatdıklarıma mutâbık raporlar ver- mişler.
Sekreter, Nâzır ile görüşmem için bana vakt verdi. Nâ- zırı makâmında ziyâret etdiğimde, beni İstanbuldan dön- düğüm seferden farklı bir şeklde karşıladı. Kalbinde, müs- tesnâ bir yer işgâl etmiş olduğumu anladım.
Nâzır, Necdli Muhammedi elde etdiğime çok memnun oldu. (O, nâzırlığımızın aradığı bir silâh idi. Ona her nev’ sözü ver. Bütün mesâ’in, sâdece onu elde etmek için olsa dahî değer) dedi.
Ben de: (Necdli Muhammed için çok endîşeli idim. Zî- râ fikrinden dönmüş olabilir) dedim. (Kalbin râhat olsun. Ondan ayrıldığında sâhib olduğu fikrlerden dönmemiş- dir ve İsfahanda nâzırlığımızın câsûsları, onunla görüş- müşler, nâzırlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir) dedi. Kendi kendime dedim ki: (Necdli Muhammed na- sıl sırlarını başkasına anlatabilir)? Bunu nâzıra sormağa cesâret edemedim. Fekat, sonra Necdli Muhammed ile görüşdüğümde anladım ki, İsfahanda Abdülkerîm is- minde bir adam onunla görüşmüş ve (Ben Şeyh Mu-
– 42 –
hammedin [Beni kast ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınız- da ne biliyorsa hepsini bana söyledi) diyerek, Necdli Mu- hammedi aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.
Necdli Muhammed bana: (Safiyye benimle İsfahana geldi ve iki ay dahâ, onunla müt’a nikâhı ile yaşadık. Ab- dülkerîm de, benimle Şîrâza geldi ve Safiyyeden dahâ gü- zel ve dahâ câzib Âsiye isminde bir kadın dahâ buldu. O kadınla da müt’a nikâhı ile, hayâtımın en neş’eli dakîkala- rını geçirdim) dedi.
Dahâ sonra öğrendim ki, Abdülkerîm, İsfahan havâlî- sinden Celfa’da oturan, nâzırlığın hıristiyan bir ajanıdır. Âsiye ise, Şîrâz yehûdîlerinden olup, nâzırlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necdli Muhammedi ileride kendisin- den bekleneni en güzel bir şeklde yapabilecek sûretde ye- tişdirdik.
Ben, hâdiseleri Nâzıra, sekreter ve tanımadığım iki Ne- zâret mensûbunun huzûrunda anlatınca, Nâzır bana: (Sen nâzırlığın en büyük madalyasını hak etdin. Zîrâ sen, nâzır- lığın en mühim ajanları arasında birincisin. Sekreter sana, vazîfende yardımcı olacak bazı devlet sırları söyleyecek) dedi.
Sonra, âilemle görüşmek için, bana on günlük izn ver- diler. Ben de, doğru evime gitdim. Bana çok benziyen oğ- lumla en tatlı dakîkalar geçirdim. Oğlum ba’zı kelimeleri konuşuyordu ve o kadar güzel bir yürüyüşü vardı ki, o yü- rürken, sanki benim vücûdümden bir parça yürüyor gibiy- di. Bu on günlük iznim çok sevinçli ve neş’eli geçdi. Sevin- cimden sanki uçacakdım. Vatanıma ve âileme kavuşmak- dan, büyük bir haz duydum. Bu on günlük izn içinde, be- ni çok seven ihtiyâr halamı da ziyâret etdim. Halamı ziyâ- ret etmem çok iyi oldu. Zîrâ, ben üçüncü sefere çıkdıkdan sonra, hayâta veda’ etmişdi. Onun vefâtına çok üzülmüş- düm.
Bu on günlük izn, bir sâat gibi çabuk geçdi. Böyle, neş’eli günler, bir sâat gibi geçdiği hâlde, elemli günler in-
– 43 –
sana asrlar gibi geliyor. Necefdeki hastalık günlerimi hâ- tırladım. O kederli günler, bana seneler gibi gelmişdi.
Nâzırlığa, yeni emrleri almak için gitdiğimde, karşım- da, güleryüzü ve uzun boyu ile sekreteri gördüm. O kadar sıcak elimi sıkdı ki, bundan, bana olan sevgisi zâhir olu- yordu.
Bana: (Nâzırımızın ve müstemlekelerle vazîfeli hey’e- tin emri ile, sana çok mühim iki devlet sırrı söyleyeceğim. İlerde, bu iki sırdan çok istifâden olacakdır. Bu iki sırrı, kendilerine tam i’timâd edilen, birkaç kişiden başka kim- se bilmez) dedi.
Elimden tutarak, Nâzırlığın bir odasına götürdü. Bu odada çok câzib bir şeyle karşılaşdım: Yuvarlak bir masa- nın etrâfında (10) adam oturuyordu. Onların birincisi, Os- mânlı pâdişâhının kıyâfetinde idi. Türkçe ve ingilizce bili- yordu. İkincisi, İstanbuldaki Şeyhul-islâmın kıyâfetinde idi. Üçüncüsü, Îrân Şâhının kıyâfetinde idi. Dördüncüsü, Îrân serâyındaki vezîrin kıyâfetinde idi. Beşincisi, şî’îlerin tâbi’ olduğu Necefdeki en büyük âlimin kıyâfetinde idi. Bu son üç kişi, farsça ve ingilizce biliyorlardı. Bu adamla- rın her birisinin yanında, onların söylediklerini yazmak için, birer kâtib bulunuyordu. Bu kâtibler aynı zemânda, bu adamlara, câsûsların İstanbul, Îrân ve Necefdeki, onla- rın aslları olan beş kişi hakkında topladıkları ma’lûmâtı bildiriyorlardı.
Sekreter: (Bu beş kişi, oralardaki beş kişiyi temsîl eder- ler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, aslları gibi yetişdirdik. Biz İstanbul, Tahran ve Necefdekilerle alâka- lı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz. Bunlar da, kendilerini oradakilerin yerinde kabûl eder. Biz onlara soruyoruz, onlar da bize cevâblandırıyor. Bizim tesbîtimi- ze göre, buradakilerin cevâbları, oradakilerin cevâblarına yüzde yetmiş mutâbıkdır.
İstersen, tecribe mâhiyyetinde bir şeyler sorabilirsin. Nasılsa, dahâ önce Necef âlimi ile görüşmüşdün) dedi.
– 44 –
Ben de peki dedim. Zîrâ, dahâ önce, Necefdeki şî’anın en büyük âlimi ile görüşmüş ve ona ba’zı husûslar sormuş- dum. İşte, onun benzerinin yanına yaklaşdım ve dedim ki: (Hocam, sünnî ve mütaassıb olduğu için, hükûmete harb açmamız câiz olur mu?) Biraz düşündükden sonra, (Ha- yır, sünnî olduğu için hükûmete harb açmamız câiz değil- dir. Zîrâ, bütün müslimânlar kardeşdirler. Ancak onlar, ümmete zulm ve işkence yaparlarsa harb açabiliriz. Biz onu yaparken, emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil-münker şartlarına uygun olarak hareket ederiz. Zulmü bırakdıkla- rı zemân, elimizi onlardan çekeriz) dedi.
Ben, (Hocam, yehûdî ve hıristiyanların necs olmaları ile alâkalı görüşünüzü alabilir miyim?) dedim. (Evet on- lar necsdirler. Onlardan uzak durmak lâzımdır) dedi. (Ni- çin) dedim. Cevâben, (Bu, hakârete karşı misillemede bulunmakdır. Zîrâ onlar, bizi kâfir bilirler ve Peygambe- rimiz Muhammed aleyhisselâmı tekzîb ederler. Biz de, buna karşı misillemede bulunuyoruz) dedi. Ona dedim ki: (Hocam, temizlik îmândandır değil mi? Öyleyse niçin, (Sahn-ı şerîf) [Hazret-i Alînin türbesinin etrâfı], cadde ve sokaklar temiz değildir? Hattâ, ilm medreseleri bile, te- miz sayılmaz). Cevâben: (Evet, hakîkaten temizlik îmân- dandır. Fekat ne yapalım, şî’îler, temizliğe ehemmiyyet vermeyince, böyle olur) dedi.
Nâzırlıkdaki bu adamın cevâbları, Necefdeki şî’î âlimi- nin cevâblarına tıpa tıp mutâbık idi. Bu adamın Necefde- ki âlime bu kadar uygunluğu, beni hayretler içinde bırak- dı. Bir de üstelik bu adam farsça biliyordu.
Sekreter: (Şâyed sen diğer dört kişinin aslları ile de gö- rüşmüş olsaydın, şimdi onlarla da görüşebilir ve onların da asllarına ne kadar mutâbık olduğunu görebilirdin) de- di. Ben dedim ki: (Şeyh-ul-islâmın da nasıl düşündüğünü biliyorum. Çünki, benim İstanbuldaki hocam Ahmed efendi, Şeyh-ul-islâmı bana iyice anlatmışdı.) Sekreter: (O zemân buyur, onun da nümûnesi ile görüşebilirsin) dedi.
– 45 –
Şeyh-ul-islâmın benzerinin yanına yaklaşdım ve ona dedim ki: (Halîfeye itâ’at etmek farz mıdır?), (Evet vâ- cibdir. Allaha ve Peygambere itâ’at etmek farz olduğu gibi, bu da vâcibdir) dedi. (Bunun delîli nedir?) dedim. Cevâben dedi ki: (Cenâb-ı Allahın bu âyetini duymadın mı? (Allaha, Onun Peygamberine ve sizden olan ülül emre itâ’at ediniz)[1].) Ben, (Allah bize, askerine Medîne- yi yağmalamayı halâl eden ve Peygamberimizin torunu Hüseyni öldüren halîfe Yezîde ve içki içen Velîde itâ’at etmeği emr eder öyle mi?) dedim. Cevâbı şuydu: (Oğ- lum, Yezîd Allah tarafından Emîr-ül-mü’minîn idi. Hü- seyni öldürmeği emr etmedi. Sen, şî’îlerin yalanlarına inanma! Kitâbları iyi oku! Hatâ yapdı. Sonra tevbe de et- di. Medîne-i münevvereyi yağmalamayı halâl edişinde isâbet etmişdir. Çünki, Medîne halkı azıp bâgî olmuş ve itâ’ati bırakmışdı. Velîde gelince, evet o fâsık idi. Halîfe- nin yapdıklarını taklîd değil, islâmiyyete uygun olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir.) Bunları hocam Ahmed efendiye de, dahâ önce sormuş ve az bir fark ile aynı ce- vâbları almışdım.
Sonra, sekretere dedim ki, (Bu benzer kimseleri hâzırla- manın hikmeti nedir?) Bana: (Biz bu üsûl ile sultânın ve şî’î olsun, sünnî olsun, müslimân âlimlerinin düşünce kâbiliy- yetlerini öğreniyoruz. Siyâsî ve dînî mevzû’larda, onlar ile mücâdele etmemize yardımcı tedbîrler bulmağa çalışıyo- ruz. Meselâ, düşman askerlerinin hangi tarafdan geleceğini bilirsen, ona göre hâzırlanır ve askerlerini uygun yerlere yerleşdirirsin ve onu perîşân edersin. Fekat, onun ne taraf- dan saldıracağını bilmezsen, askerlerini her tarafa gelişigü- zel dağıtır ve mağlûb olursun. Aynen öyle, müslimânların, dinlerinin ve mezheblerinin hak olduğuna dâir getirecekle- ri delîlleri bilirsen, onların delîllerini çürütebilecek karşı delîller hâzırlaman mümkin olur ve o karşı delîllerle onla- rın akîdelerini sarsabilirsin) dedi.
[1] Nisâ sûresi, âyet: 59
– 46 –
Sonra, adı geçen temsîlî beş adamın askerlik, mâliye, meârif ve dînî sahâlarla alâkalı aralarında geçen mütâle’a ve plânların netîcelerini ihtivâ eden, bin sahîfelik bir kitâb verdi. (Okudukdan sonra getirirsin) dedi. Ben de, kitâbı alıp eve götürdüm. Üç haftalık ta’tîlim içinde, başdan so- na kadar dikkat ile mütâle’a etdim.
Kitâb, çok hayret edilecek cinsdendi. Zîrâ, ihtivâ etdi- ği mühim cevâblar ve ince mütâle’aları sahih gibiydi. Ka- nâatimce, temsîlî beş adamın cevâbları da, asllarının ce- vâblarına yüzde yetmişden fazla mutâbık idi. Zâten sekre- ter de, dahâ önce, cevâbların yüzde yetmiş nisbetinde isâ- betli olduğunu söylemişdi.
Bu kitâbı okudukdan sonra, devletime olan i’timâdım biraz dahâ artdı ve Osmânlı İmperatorluğunun bir asrdan dahâ az bir zemân içinde yıkılması plânlarının hâzırlandı- ğını yakînen anladım. Sekreter, bana dedi ki: (Buna ben- zer diğer odalarda, şu anda sömürdüğümüz veyâ sömür- meyi plânladığımız devletler için de, böyle masalar var- dır.)
Sekretere, (Bu kadar titiz ve muktedir adamları ner- den buluyorsunuz?) dedim. Cevâben: (Bütün dünyâ ülke- lerindeki ajanlarımız, devâmlı bize ma’lûmât veriyorlar. Gördüğün bu temsîller, işlerinde mütehassısdırlar. Tabîî- dir ki, sen falanca adamın bildiği bütün özel bilgilerle do- natılırsan, onun gibi düşünebilir ve onun verdiği hükmle- ri verebilirsin. Zîrâ, artık sen, onun nümûnesi mesâbesin- desin) dedi.
Sekreter, sözüne devâm ederek, (Bu, Nezâretimizin sa- na söylememi emr etdiği birinci sır idi.
İkinci sırrı da bir ay sonra, bin sahîfelik kitâbı iâde et- diğinde söyliyeceğim) dedi.
Ben kitâbı, kısm kısm başdan sonuna kadar i’tinâ ile okudum. Bu sâyede, Muhammedîlerle alâkalı ma’lûmâ- tım artdı. Onların nasıl düşündüğünü, onların za’îf nok- talarını, kuvvetli noktalarını, ayrıca, kuvvetli noktaları-
– 47 –
nı za’îf nokta hâline getirmenin üsûllerini iyice öğrenmiş oldum.
Kitâbın kayd etdiği, müslimânların za’îf noktaları şun- lardır:
1- Sünnî-şî’î ihtilâfı, Pâdişâh ve halk ihtilâfı[1], Türk- Îrân ihtilâfı, aşîretler ihtilâfı, âlimler ile devlet arasındaki ihtilâf[2].
2- Çok az bir istisnâ ile, müslimânlar câhildirler[3].
3- Ma’neviyyatsızlık, bilgisizlik ve şu’ûrsuzluk[4].
4- Temâmen dünyâyı bırakıp, sâdece âhiret ile meşgûl olmaları[5].
5- Hükümdârların diktatör ve zâlim olmaları[6].
  1. [1]  Bu söz çok yanlışdır. Pâdişâha itâ’at etmek farz olduğunu yukarıda kendi de yazmışdır.
  2. [2]  Bu da iftirâdır. Osmânlı devletinin âlimlere verdiği kıymet ve i’tibâr, Osmân gâzînin vasiyyetnâmesinde uzun yazılıdır. Bütün pâdişâhlar, âlimlere en yüksek mevkı’leri vermişlerdir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî- yi, hasedcileri, ikinci Mahmûd hâna şikâyet ve i’dâmını taleb etdikleri zemân, (âlimlerden devlete zarar gelmez) dediği ve talebi red etdiği meşhûrdur. Osmânlı sultânları, âlimlere ev, erzak ve bol maâş verirler- di.
  3. [3]  Binlerce Osmânlı âliminin, din, ahlâk, îmân ve fen üzerindeki kitâbla- rı, dünyâca bilinmekdedir. En câhil sanılan köylüler, dinlerini ve ibâ- detlerini ve san’atlarını iyi bilirlerdi. Bütün köylerde câmi’ler, mekteb- ler, medreseler vardı. Buralarda, okuma, yazma, din ve dünyâ ilmleri öğretilirdi. Köylü kadınlar, Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Köylerde yetiş- dirilen âlimler ve Evliyâ pek çokdu.
  4. [4]  Osmânlı müslimânlarının ma’neviyyâtı çok kuvvetli idi. Millet, şehîd- lik derecesine kavuşmak için, cihâda koşardı. Her nemâzdan sonra ve Cum’a hutbelerinde, din adamları halîfelere, devlete düâ eder, herkes âmîn derdi. Hıristiyan köylüleri okuma yazma bilmez, dinden, dünyâ bilgilerinden habersiz, papazların yalanlarını, efsânelerini din sanırlar. Şu’ûrsuz, hayvan sürüsü gibidirler.
  5. [5]  İslâmiyyet, hıristiyanlıkda olduğu gibi, din ile dünyâyı ayırmamışdır. Dünyâ işleri ile meşgûl olmak da ibâdetdir. Peygamberimiz: (Hiç ölmi- yecek gibi dünyâ için, yarın ölecekmiş gibi de, âhiret için çalışınız!) bu- yurdu. Hâlbuki, İncîlde, dünyâ için çalışmak men’ edilmekdedir.
  6. [6]  Hükümdârlar, ahkâm-ı islâmiyyeyi tatbîk etmek için baskı yaparlardı. Avrupadaki krallar gibi zulm yapmazlardı.
– 48 –
6- Yollar emniyyetsiz, nakliyyât ve seyâhatin kesik olu- şu[1].
7- Her sene onbinlerce kişiyi ölüme götüren veba, ko- lera gibi hastalıklara karşı tedbirsizlik ve sağlığa önem vermemeleri[2].
8- Şehrlerin virâneliği ve su şebekelerinin yokluğu[3].
9- İdârenin âsîlere, bâgîlere karşı âciz oluşu, ölçüsüzlük ve o kadar övündükleri Kur’ânın kanûnlarını yok denebi- lecek kadar az tatbîk etmeleri[4].
10- Ekonomik çöküntü, fakîrlik ve geri kalmışlık.
11- Nizâmî bir ordunun olmayışı, silâhsızlık ve silâhla- rın klâsik ve çürük oluşu[5].
12- Kadın haklarının çiğnenmesi [6].
13- Çevre sağlığının ve temizliğin yokluğu[7].
Kitâb, (Müslimânların za’îf noktaları) olarak, zikr et- diği yukarıdaki maddelerden sonra, müslimânları, dinle- ri olan İslâmiyyetin maddî ve ma’nevî üstünlüğünden
  1. [1]  Yollar o kadar emniyyetli idi ki, Bosnadan kalkan bir müslimân, Mek- keye kadar râhat ve parasız gider, yolda, köylerde, yir, içer, geceler, hediyyeler alırdı.
  2. [2]  Her yerde hastahâneler, şifâhâneler vardı. Napolyonu bile Osmânlılar tedâvi etdi. Bütün müslimânlar, (Îmânı olan, temiz olur) hadîs-i şerîfi- ne uyarlar.
  3. [3]  Bu iftirâlara cevâb vermeğe bile değmez. Delhî sultânı, Fîrûz şâh 790 [m. 1388] de vefât etdi. Bunun yapdırdığı 240 kilometrelik, geniş su yo- lunun suladığı bahçeler, bostanlar, İngiliz işgâli zemânında çöl hâline geldi. Osmânlı mi’mârîsinin, bakıyyeleri bile, şimdi turistlerin gözünü kamaşdırmakdadır.
  4. [4]  Osmânlıları, fransız krallarının pisliklerini Sen nehrine döken general- lerin madalya almaları gibi sanıyorlar.
  5. [5]  726 [m. 1326] senesinde tahta çıkan Orhan gâzînin kurduğu nizâmî or- duyu ve Yıldırım Bâyezîd hânın 799 [m. 1399] da Niğboluda büyük haçlı ordusunu mağlûb eden mükemmel ordusunu bilmiyor mu?
  6. [6]  İngilizlerin ticâretden, san’atdan, silâhdan ve kadın haklarından haber- leri yok iken, Osmânlılarda bunların a’lâsı vardı. İsveç ve Fransız kral- larının Osmânlılardan yardım istediklerini de inkâr edebilirler mi?
  7. [7]  Sokaklar tertemizdi. Hattâ, tükrükleri temizlemek için bile vazîfeliler vardı.
– 49 – İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları - F:4
câhil bırakmanın lâzım olduğunu tavsiye ediyordu. Ayrı- ca, islâmiyyet hakkında, şu bilgilere de yer veriyordu:
1- İslâm, birlik ve berâberliği emr edip, tefrikayı yasak- lıyor. Kur’ânda, (Topyekün Allahın ipine sarılın)[1] denili- yor.
2- İslâm şu’ûrlanmağı ve bilgi edinmeği emr ediyor. Kur’ânda, (Yeryüzünde dolaşın)[2] deniliyor.
3- İslâm, ilm öğrenmeği emr ediyor. Bir hadîsde, (İlm öğ- renmek, her erkek ve kadın müslimâna farzdır) deniliyor.
4- İslâm, dünyâ için çalışmağı emr ediyor. Kur’ânda,
(Onlardan ba’zıları, Ey Rabbimiz bize dünyâda da âhiret- de de güzeli nasîb eyle)[3] deniliyor.
5- İslâm, istişâreyi emr ediyor. Kur’ânda, (Onların işle- ri, aralarında müşâvere iledir)[4] deniliyor.
6- İslâm, yol yapmağı emr ediyor. Kur’ânda, (Yeryü- zünde yürüyün)[5] deniliyor.
7- İslâm, müslimânlara sıhhatlarını korumalarını emr ediyor. Bir hadîsde, (İlm dörtdür: 1) Dînin muhâfazası için fıkh ilmi, 2) Sıhhatin korunması için tıb ilmi, 3) Lisâ- nın muhâfazası için sarf ve nahv ilmi, 4) Vaktlerin bilin- mesi için astronomi ilmi) deniliyor.
8- İslâm, i’mârı emr ediyor. Kur’ânda, (Allah yeryü- zündeki her şeyi sizin için yaratmışdır)[6] deniliyor.
9- İslâm, nizâmı emr ediyor. Kur’ânda, (Her şey hesâb- lı, nizâmlıdır) deniliyor[7].
10- İslâm, ekonomide kuvvetli olmağı emr ediyor. Bir hadîsde, (Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyân için, yarın öle-
[1] Âl-i İmrân sûresi, âyet: 103 [2] Âl-i İmrân sûresi, âyet: 137 [3] Bekara sûresi, âyet: 201
[4] Şûrâ sûresi, âyet: 38
[5] Mülk sûresi, âyet: 15 [6] Bekara sûresi, âyet: 29 [7] Hicr sûresi, âyet: 19
– 50 –
cekmiş gibi de, âhiretin için çalış) deniliyor.
11- İslâm, çok kuvvetli silâhlarla mücehhez bir ordu kurmayı emr ediyor. Kur’ânda, (Onlara karşı gücünüzün yetdiği kadar kuvvet hâzırlayın)[1] deniliyor.
12- İslâm, kadınların haklarına ri’âyeti ve ona kıymet vermeği emr ediyor. Kur’ânda, (Erkeklerin meşrû’ sûret- de kadınlar üzerinde (hakları) olduğu gibi, kadınların da, onların üzerinde (hakları) vardır)[2] deniliyor.
13- İslâm, temizliği emr ediyor. Bir hadîsde, (Temizlik îmândandır) deniliyor.
Kitâbın, bozulmasını, yok edilmesini emr etdiği kuvvet noktaları da şunlardır:
1- İslâm, ırk, dil, örf, âdet ve milliyetçilik teassubunu ortadan kaldırmışdır.
2- Fâiz, ihtikâr, zinâ, içki ve domuz eti yasakdır.
3- Müslimânlar, sımsıkı bir şeklde âlimlerine bağlıdırlar.
4- Sünnî müslimânlar Halîfeyi Peygamberin vekîli ola- rak kabûl eder. Allaha ve Peygambere gösterilmesi lâzım olan hurmeti, ona da göstermenin farz olduğuna inanırlar.
5- Cihâd farzdır.
6- Şî’î müslimânlara göre, gayr-ı müslim olan bütün in- sanlar ve sünnî müslimânlar necsdirler.
7- Bütün müslimânlar, İslâmın biricik hak din olduğu- na îmân ederler.
8- Müslimânların çoğu, yehûdî ve hıristiyanların Arab yarımadasından çıkarılmasının farz olduğuna inanırlar.
9- İbâdetlerini, meselâ (nemâzı, orucu, haccı...) çok gü- zel bir şeklde edâ ederler.
10- Şî’î müslimânlar, İslâm memleketlerinde kiliselerin inşâsının harâm olduğuna inanırlar.
[1] Enfâl sûresi, âyet: 60 [2] Bekara sûresi, âyet: 228
– 51 –
11- Müslimânlar, İslâm akîdesine sımsıkı bağlıdırlar.
12- Şî’î müslimânlar, (Humüs)ün ya’nî ganîmetin beşde birinin âlimlere verilmesini farz bilirler.
13- Müslimânlar, çocuklarını öyle büyütüyorlar ki, ec- dâdlarının yolundan ayrılmaları mümkin değildir.
14- Müslimân kadınlar, o kadar güzel örtünüyorlar ki, onlara fesâdın bulaşması kâbil değildir.
15- Müslimânları her gün beş def’a biraraya getiren, ce- mâ’at nemâzları vardır.
16- Onlara göre, Peygamber, Alî ve sâlihlerin kabrleri mukaddes olduğu için, oralarda da toplanırlar.
17- Peygamberlerinin neslinden gelen [Seyyid ve şerîf ismi verilen] ler Peygamberi hâtırlatır ve müslimânların gözünde, Onun canlı kalmasını te’mîn ederler.
18- Müslimânlar toplandıkları zemân, vâizler, onların îmânlarını kuvvetlendirir ve ibâdete teşvîk ederler.
19- Emr-i bil-ma’rûf [iyiliği emr etme] ve nehy-i anil- münker [kötülükden men’ etme] farzdır.
20- Müslimânların çoğalması için, evlenmek ve birden fazla kadın nikâh etmek sünnetdir.
21- Müslimân için, bir insanı İslâma getirmek, bütün dünyâya sâhib olmakdan dahâ iyidir.
22- Müslimânlar arasında, (Kim hayrlı bir yol açarsa, onun sevâbına ve o yolda giden her insânın kazandığı se- vâblara nâil olur) hadîsi meşhûrdur.
23- Müslimânlar, Kur’âna ve hadîslere çok büyük hur- met gösterirler. Onlara tâbi’ olmanın, Cennete girmeğe biricik sebeb olduğuna inanırlar.
Kitâb, müslimânların kuvvetli noktalarını bozup, za’îf noktalarını yaymağı tavsiye ediyor ve bunu yapabilmek için, gerekli yolları sıralıyor.
Za’îf noktaları yaymak için şunları tavsiye ediyor: – 52 –
1- Cemâ’atlerin, aralarına adâvet sokup, sû’i zannı aşı- lıyarak, ihtilâfı teşvîk eden kitâblar neşr etmek sûretiyle, ihtilâfları yerleşdirmek.
2- Mekteblerin açılmasını, kitâbların neşr edilmesini men’ etmek, yakılması ve yok edilmesi mümkin olan din kitâblarını yakmak ve yok etmek. Din adamları hakkın- da muhtelif iftirâlar uydurmakla, müslimânları, çocukla- rını dînî mekteblere vermekden vazgeçirerek, câhil kal- malarını te’mîn etmek.[Bu yol, islâmiyyete büyük zarâr vermekdedir.]
3-4- Onların yanında Cenneti övüp, dünyâ hayâtını te’mîn etmekle mükellef olmadıklarını söylemek. Tesav- vuf halkalarını genişletmek. (Zühd)ü tavsiye eden Gazâlî- nin (İhyâ-ül-ulûmiddîn)i, Mevlânânın (Mesnevî)si ve Muhyiddîn-i Arabînin eserleri gibi kitâbları okumağı teş- vîk etmekle, şu’ûrsuz kalmalarını te’mîn etmek[1].
5- Hükmdârları zulm ve diktatörlük yapmağa teşvîk etmeliyiz: Siz Allahın yeryüzündeki gölgesisiniz. Zâten Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî, Emevîler ve Abbâsîlerin herbiri, kaba kuvvet ve kılınçla işbaşına gelmişler ve tek başlarına hükmranlık etmişlerdir. Meselâ, Ebû Bekr, Ömerin kılıcı ile ve Fâtımanın evi gibi, itâat etmeyenlerin evini yakmakla, iktidâra gelmişdir[2]. Ömer de, Ebû Bek- rin tavsiyesi ile halîfe olmuşdur. Osmân ise, Ömerin em- ri ile devlet başkanı olmuş. Alîye sıra gelince, o da, eşkı-
  1. [1]  Tesavvuf kitâblarının medh etdikleri (Zühd), dünyâ işlerini terk et- mek değildir. Dünyâya düşkün olmamakdır. Ya’nî, islâmiyyete uygun olarak çalışıp kazanmak ve kullanmak, ibâdet yapmak gibi sevâbdır.
  2. [2]  Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin “radıyallahü anhüm” halîfe ola- caklarına, hadîs-i şerîflerde işâretler vardır. Fekat hiçbirinin vakti açık bildirilmemişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu işi, Eshâ- bının seçmesine bırakmışdı. Halîfe seçmekde, Eshâbın ictihâdları üç dürlü oldu. Halîfelik, akrabâya verilmesi lâzım olan bir mîrâs malı de- ğildi. En önce müslimân olup, başkalarını da îmâna getiren ve Pey- gamberimizin imâm yapıp arkasında nemâz kıldığı ve berâber hicret etdiği Ebû Bekri seçmek uygun idi. Ba’zıları hazret-i Alînin evine gel- di. İçlerinden Ebû Süfyân (Elini uzat! Sana bî’at edeyim. İstersen, her
– 53 –
yânın seçmesi ile devlet reîsi olmuşdur. Muâviye de, kılınç- la işbaşına gelmişdir[1]. Sonra, Emevîlerde de hükmdârlık babadan oğula geçerek devâm etmişdir. Abbâsîlerde de, aynı olmuşdur. Bunlar, İslâmdaki hükmrânlıkların cebrî ve diktatörlük olduğunun delîlidir, demeliyiz.
6- Adam öldürenleri i’dâm etmek maddesini kanûnlar- dan çıkarmak. [Adam öldürmeğe, eşkiyâlığa karşı tek çâ- re i’dâm cezâsıdır. İ’dâm cezâsı olmadıkca, anarşi, eşkiyâ- lık önlenemez.] Yol kesici ve hırsızları cezâlandırmakdan hükûmeti alıkoymak ve yol kesicileri silâhlandırarak, bu işi yapmalarını teşvîk etmek ve yolların emniyyetsizliğini devâm etdirmek.
7- Şu şeklde, onların hastalık içinde yaşamalarını sağla- yabiliriz: Her şey Allahın kaderi ile olur. Tedâvînin iyileş- mede hiçbir te’sîri yokdur. Allah Kur’ânda, (Rabbim be- ni yidirir ve içirir. Hasta olduğum zemân da, O bana şifâ verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek Odur)[2] deme- miş mi? Öyleyse, Allahın irâdesi dışında kimse, ne şifâ bu- lur ve ne de ölümden kurtulur[3].
yeri suvârî ve piyâde ile doldururum) dedi. Hazret-i Alî, bunu kabûl etmedi ve (Müslimânları parçalamak mı istiyorsunuz? Evden çıkma- mam, halîfe olmak için değildir. Resûlullahın ayrılığı beni çarpdı. Çıl- gına döndüm) dedi. Mescide geldi. Herkesin yanında, Ebû Bekre bî’at eyledi. Ebû Bekr de, (Halîfe olmak istemedim. Fitne çıkmasın diye, çâresiz kabûl etdim) dedi. Alî de, (Halîfe olmağa, sen dahâ lâyıksın) dedi. Hazret-i Alînin, o gün, Ebû-Bekri öven sözleri (Se’âdet-i Ebe- diyye) kitâbımızın ikinci kısm, 23. cü maddesinde yazılıdır. Hazret-i Ömer, hazret-i Alîyi evine kadar uğurladı. Hazret-i Alî, (Resûlullah- dan sonra, bu ümmetin en üstünü Ebû Bekr ve Ömerdir) derdi. Şî’île- rin yalanlarına, iftirâlarına aldananlar, müslimânların bugünkü hâle düşmesine sebeb oldu. İngilizler, bu fitneyi hâlâ körüklemekdedirler.
[1] Hazret-i Muâviye, hazret-i Hasenin bî’at etmesi ile, meşrû’ halîfe oldu. (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbını okuyunuz!
[2] Şuarâ sûresi, âyet: 79-80-81.
[3] İngilizler, müslimânları aldatmak için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâ veriyorlar. Tedâvî olmak sünnetdir. Allahü te- âlâ, ilâclarda, şifâ yaratmışdır. Peygamberimiz ilâc kullanmağı emr etdi. Şifâyı veren, her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Fekat, herşeyi se- beblerle yaratmakda, sebeblere yapışmamızı emr etmekdedir. Çalı-
– 54 –
8- Zulm yapılmasını te’mîn için şunları söyleyebiliriz: İslâm, ibâdet dînidir. Onun devlet işleriyle hiçbir alâkası yokdur. Bunun için, Muhammed ve Halîfelerinin, ne nâ- zırları ve ne de kanûnları vardı[1].
9- İktisâdî çöküntü de, bahsi geçen zararlı işlerin tabî- î bir netîcesidir. Mahsûlâtı çürütmek, ticâret gemilerini batırmak, çarşıları yakmak, bendleri, barajları yıkıp zirâat sâhalarını ve sanâyi’ merkezlerini su altında bırakmak ve içme suyu şebekelerine zehr katmak suretiyle tahrîbâtı artdırabiliriz[2].
10- Devlet adamlarını, [kadın ve spor gibi] fitneye ve parçalanmağa sebeb olacak arzûlara ve içki, kumar, rüşvete ve hazîne mallarını, kendi şahsî işlerinde har- camaya alışdırmak, vazîfelileri bu işleri yapmağa teş- vîk edip, bize hizmet edenleri mükâfatlandırmak lâ- zımdır.
Sonra kitâb, şu tavsiyelerde bulunuyor: Bu işlerle vazî- feli ingiliz câsûslarını, gizli ve açık olarak korumak, onlar- dan müslimânların eline geçenleri kurtarmak için, her çe- şid masrafı yapmak lâzımdır.
11- Fâizin her şeklini yaymak lâzımdır. Zîrâ fâiz, millî ekonomiyi harâb etdiği gibi, müslimânları, Kur’ânın ah- kâmına karşı gelmeğe de alışdırır. Zîrâ insan, bir kanû- nun bir maddesini ihlâl edince, artık diğer maddelerini de ihlâl etmesi kolay olur. Onlara, fâizin kat kat olanının ha- râm olduğunu, çünki Kur’ânda, (Fâizi kat kat olarak yi-
şıp, sebebleri arayıp, bulup, kullanmamız lâzımdır. (O bana şifâ verir) demek, şifâ verici sebebleri verir demekdir. Çalışıp, sebebleri aramak emr olundu. Peygamberimiz, (Erkeklerin de, kadınların da, çalışıp, ilm öğrenmeleri farzdır), bir kerre de, (Allahü teâlâ, çalışıp kazananları sever) buyurdu.
  1. [1]  İbâdet, yalnız nemâz, oruc, hac değildir. Dünyâ işlerini, Allahü teâlâ emr etdiği için ve islâmiyyete uygun olarak yapmak hep ibâdetdir. Fâ- ideli işleri yapmak için çalışmak çok sevâbdır.
  2. [2]  Kendilerine medenî diyen ve insan haklarını dillerinden düşürmiyen ingilizlerin müslimânlara karşı hâzırladıkları vahşete, zulmlere bakınız!
– 55 –
meyin)[1] denildiğini ve binâenaleyh fâizin her şeklinin ha- râm olmadığını söylemek lâzımdır[2].
12- Âlimlere kötü isnâdlarda bulunup, aleyhlerine âdî ithâmlar uydurarak, müslimânların onlardan soğumaları- nı te’mîn etmek lâzımdır. Câsûslarımızın bir kısmını, onla- rın kıyâfetine sokacağız. Sonra, bunlara kabîh, çirkin işler yapdıracağız. Böylece bunlar, âlimler ile karışmış olacak ve her âlimden şübhe edilecek. Bu câsûsları, El-Ezhere, İstanbula, Necef ve Kerbelâya sokmak zarûrîdir. Müsli- mânları âlimlerden soğutmak için mektebler, kolejler aça- cağız. Bu mekteblerde, rûm ve ermeni çocuklarını, müsli- mânlara düşman olarak yetişdireceğiz. Müslimân çocuk- larına da kendi ecdadlarının câhil olduklarını aşılayacağız. Bu çocukları, Halîfe ve âlimler ve devlet adamlarından soğutmak için, onların hatâlarını, kendi zevkleri ile meş- gûl olduklarını, Halîfenin câriyelerle vakt geçirip, halkın malını kötü yollarda kullandığını, hiçbir işte Peygambere uymadıklarını aşılayacağız.
13- İslâmın, kadına hakâret etdiğini yaymak için, (Er- kekler kadınlar üzerinde hâkimdirler)[3] âyetini ve (Kadı- nın temâmı şerdir) hadîsini söyleyeceğiz[4].
14- Pislik, susuzluğun netîcesidir. Suyun artdırılması-
[1]Âl-i İmrân sûresi, âyet: 130
[2] Ödünc verirken, vakt ta’yîn edilmez. Edilirse, fâiz olur. Belli zemân son-
ra, aynı mikdâr ödemesi şart edilirse, hanefîde bu da fâiz olur. Fazlasını ödemesi sözleşilirse de, fâiz olur. Bu fâizde, bir dirhem bile fazla ödeme- ği şart etmek büyük günâhdır. Veresiye satışda ise, ödeme vaktinin bildi- rilmesi lâzımdır. Ödeme vakti gelince, ödeyemediği için, ödenecek mik- dâr ve ödeme zemânı artdırılırsa, buna (Mudâ’af fâiz) denir. Yukarıdaki âyet-i kerîme, ticâretdeki bu mudâ’af fâizi bildirmekdedir.
[3] Nisâ sûresi, âyet: 34
[4]Hadîs-i şerîfde, (İslâmiyyete uyan kadın, Cennet ni’metlerindendir.
Hislerine uyan, islâmiyyete uymayan kadın şerdir) buyuruldu. Kız ol- sun, dul olsun, evli olmıyan fakîr kadına babası bakmağa mecbûrdur. Bakmazsa habs olunur. Babası yoksa veyâ fakîrse, zengin mahrem ak- rabâsı bakacakdır. Bunlar da yoksa, hükûmet ma’âş bağlıyacakdır. Müslimân kadının, çalışıp kazanmağa hiç ihtiyâcı yokdur. İslâm dîni, kadının bütün ihtiyâclarını erkeğin sırtına yüklemişdir. Erkeğin bu ağır yüküne karşılık, mîrâsın hepsinin yalnız erkeğe verilmesi lâzım iken, Allahü teâlâ, kadınlara burada da ihsânda bulunarak, erkek kardeşle-
– 56 –
na mâni’ olmağa çalışmalıyız.
Londradaki müstemlekeler nezâretinin hâzırladığı ki- tâbda, islâmiyyeti yok etmek için, yapılacak şeyler yazılı- dır. Bu kitâb, câsûslar vâsıtası ile gizlice dağıtılmakdadır. Müslimânların kuvvetli noktalarını tahrîb etmek için de, şu tavsiyelerde bulunuyor:
1- Müslimânların arasında, ırkçılık, milliyyetçilik ta- assubunu körükliyecek ve onların dikkatlerini, İslâmiy- yetden evvelki kahramanlıklarına çekeceksiniz. Mısrda Firavunluğu, Îrânda Mecûsîliği, Irâkda Bâbilliliği, Os- mânlılarda Attilâ ve Cengiz zemânını [vahşetini] ihyâ
rinin yarısı kadar mîrâs almalarını emr buyurmuşdur. Zevc, zevcesini, evin içinde veyâ dışında çalışmağa zorlayamaz. Kadın arzû ederse ve zevci izn verirse, erkek bulunmıyan yerlerde, mestûre olarak çalışması câiz ise de, kazandığı kendi mülkü olur. Hiç kimse, bunları ve mîrâsdan eline geçeni ve mehrini kadından zorla alamaz. Kendisinin ve çocukla- rın ve evin herhangi bir ihtiyâcına sarf etmesi için zorlanamaz. Bunla- rın hepsini zevcin alıp getirmesi farzdır. Komünist memleketlerde, ka- dın da, erkeklerle birlikde, buğaz tokluğuna, hayvanlar gibi, en ağır iş- lerde zorla çalışdırılıyor. Hür dünyâ dedikleri hıristiyan memleketlerde ve islâm ülkeleri denilen ba’zı arab memleketlerinde, (Hayât müşterek- dir) denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticâretde, erkekler gibi çalışıyorlar. Çoğunun, evlendiklerine pişmân oldukları, mahkeme- lerin boşanma da’vâları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık gö- rülmekdedir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek ağzın- dan çıkan sözler üç kısmdır: Birincisi, kelimeler de, ma’nâları da, Alla- hü teâlâdan gelmişdir. Bu sözlere (âyet-i kerîme), hepsine (Kur’ân-ı ke- rîm) denir. (Size gelen her iyi, fâideli şeyi, Allahü teâlâ dileyip gönder- mekdedir. Her fenâ, zararlı şeyi, nefsiniz dilemekdedir. Hepsini, Alla- hü teâlâ yaratıp göndermekdedir) sözü, (Nisâ) sûresinin 78. ci âyetidir. İkincisi, kelimeleri Peygamberimizden, ma’nâları Allahü teâlâdan olan sözleridir. Bu sözlerine (Hadîs-i kudsî) denir. (Nefsinizi düşman biliniz! Çünki o, bana düşmandır) sözü hadîs-i kudsîdir. Bu düşmanlık, nefsin emrlerine uymamakdır. Üçüncüsü ise, kelimeleri de, ma’nâları da, Pey- gamberimizdendir. Bunlara (Hadîs-i şerîf) denir. (İslâmiyyete uyan ka- dın, Cennet ni’metlerindendir. Nefsine uyan kadın, şerdir) sözü hadîs-i şerîfdir. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, (Müsâmerât) kitâbının birinci cildinde, bu hadîs-i şerîfi îzâh etmekdedir. İngiliz câsûsu, hadîsin baş tarafını saklayıp, yalnız sonunu bildiriyor. Bütün dünyâ kadınları, islâm dîninin kendilerine verdiği kıymeti, râhatı, huzûru, hürriyyeti ve boşan- ma hakkına mâlik olduklarını bilmiş olsalar, hemen müslimân olurlar ve islâmiyyetin her memlekete yayılması için çalışırlar. Fekat, ne yazık ki, bu hakîkatleri anlıyamıyorlar. Allahü teâlâ, bütün insanlara, islâm dîninin ışıklı yolunu, doğru olarak öğrenmek nasîb eylesin!
– 57 –
edeceksiniz [Kitâbda bu husûsda uzun bir cedvel vardı].
2- Şu dört şeyi, gizli ve âşikâr yaymak lâzımdır: İçki, kumar, zinâ ve domuz eti [ve spor kulüplerinin birbirleri ile kavgaları]. Bu işi yapmak için, İslâm memleketlerinde yaşayan hıristiyan, yehûdî, mecûsî ve diğer gayr-i müs- limlerden a’zamî derecede istifâde etmek ve bu iş için ça- lışanlara Müstemlekeler nezâretinin bütçesinden bol mâ- aş bağlamak lâzımdır. Bunun için, siyâsî fırkaların ve spor kulüplerinin çoğalmasını sağlayacağız. Partileri ve kulüpleri birbirlerine düşman yapacağız. Birbirleri ile uğ- raşacaklar, din kitâbı okumağa, dinlerini öğrenmeğe vakt bulamıyacaklardır. Avladığımız kimselere günlük gazete, dergi çıkartacağız. Gazetelerini, dergilerini, bol para ile, menfeatlar ile besleyeceğiz. Satın aldığımız kimseleri, kurtarıcı, kahraman gibi ismlerle medh etdireceğiz. İslâm dînini ve ahkâm-ı islâmiyyeye bağlı olan idârecileri kötü- leteceğiz. Din terbiyesinin kaynağı olan âile yuvalarını yok edeceğiz. Bunun için, spor, güreş ismi altında, avret mahalleri, edeb yerleri açık kız ve oğlan resmleri neşr ederek, gençleri fuhşa, livâtaya, cinsî sapıklığa sürükliye- ceğiz. İslâm ahlâkını bozunca, islâmiyyeti yok etmek ko- lay olur. Çok câmi’ yapacağız. Fekat, câmi’lerde, hocala- rı değil, misyonerleri ve mezhebsizleri konuşduracağız. İslâm müziği ismi altında, çalgıları, şarkıları, radyoları câ- mi’lere sokacağız. Câmi’leri birer tuzak olarak kullana- cağız. Câmi’lere giden ve kadınları örtünen devlet me- mûrlarını ve subayları, câsûslarımız tesbît edecek, bun- lar, vazîfelerinden uzaklaşdırılacaklardır. Ahkâm-ı islâ- miyyeye uyan gençler, üniversitelere alınmıyacak, girmiş olanların diploma almaları engellenecekdir. Sekreter, bu bilgileri gizli tutmamızı, Necdli Muhammedden de sak- lamamızı sıkı tenbîh etdi. Ben de bu hâtıralarımı mah- kemeye vererek, elli seneden evvel açılmamasını vasıy- yet etdim. [Şunu iyi bilmelidir ki, câmi’, kubbesi, minâ- resi olan binâ demek değildir. İçinde hergün beş kerre, cemâ’at ile nemâz kılınan binâ demekdir. Nemâzdan evvel veyâ sonra, bu cemâ’ate va’z vermek de câizdir.
– 58 –
Va’z, ehl-i sünnet i’tikâdında olan bir müslimânın, ehl-i sünnet âlimlerinden birinin, bir kitâbına bakarak okuduğu veyâ ezberden söylediği bir sözünü açıklaması demekdir. Mezhebsizlerin, ingiliz câsûslarının ve misyonerlerin ko- nuşmalarına va’z denmez, nutuk ve konferans vermek de- nir. Câmi’lerde nutuk ve konferans vermek ve bunları din- lemek câiz değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin her sözü, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin tefsîrleri, îzâhlarıdır.]
3- Cihâdın muvakkat bir farz olduğunu, vaktinin son bulduğunu telkîn edeceksiniz.
4- Şî’îlerin kalblerinden, kâfirlerin necs olduğu fikrini çıkaracaksınız. Kur’ânda, (Kendilerine kitâb verilenlerin yiyeceği sizin için halâl olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlar için halâldir)[1] denildiğini, Peygamberin Safiyye is- minde yehûdî ve Mâriye isminde hıristiyan bir hanımı ol- duğunu, Peygamberin hanımının necs olamayacağını söy- leyeceksiniz[2].
5- Müslimânlara, Peygamberin, İslâmdan kasdının mutlak din olduğunu ve bu dînin yehûdîlik ve hıristi- yanlık da olabileceğini, sâdece İslâm dîninin olmadığı inancını aşılıyacaksınız. Bunun delîli de şudur diyecek- siniz: Kur’ân, her dînin mensûblarına müslimân diyor. Meselâ Yûsüf Peygamberin, (Beni müslimân olarak öl- dür)[3], İbrâhîm ve İsmâ’îl Peygamberlerin de, (Ey Rab-
[1] Mâide sûresi, âyet: 5
  1. [2]  İngilizin yehûdî dediği hazret-i Safiyye müslimân olmuşdu. Mısrlı olan
    Mâriye ise, Resûlullahın mübârek zevcelerinden değildir. Câriye idi. Bu da müslimân oldu. Cenâzesinin nemâzını, halîfe Ömer “radıyalla- hü anh” kıldırdı. Ehl-i sünnet i’tikâdına göre, hıristiyan kadın, câriye de olur. Zevce de olur. Şî’îlerin inandıkları gibi, kâfirlerin kendileri necs değildir. İ’tikâdları olan küfr necsdir.
  2. [3]  Herhangi bir Peygamberin Allahü teâlâdan getirdiği bilgilere inan- mağa (Îmân) denir. Îmân edilecek bilgiler iki kısmdır: Yalnız inanı- lacak bilgiler. Hem inanılacak, hem de yapılacak bilgiler. Birinci kısm bilgiler, îmânın aslı olup, altı dânedir. Her Peygamberin bildir- diği îmânların aslları aynıdır. Bugün islâm düşmanlarının, ilerici di- yerek hayran kaldıkları, benzemeğe çalışdıkları, bütün yehûdîler, hı- ristiyanlar, dünyâdaki fen adamları, devlet adamları, kumandanla-
– 59 –
bimiz, bizi kendine müslimân kıl ve zürriyyetimizden ken- dine müslimân bir ümmet getir)[1], Ya’kûb Peygamberin ise, oğullarına, (Ancak ve ancak müslimân olarak ölü- nüz)[2], dediklerini nakl ediyor.
6- Kilise yapmanın harâm olmadığını, Peygamber ve Halîfeleri onları yıkmadığını, bil’aks onlara hurmet gös- terdiğini ve Kur’ânda, (Allah insanların bir kısmını diğe- riyle def’ etmeseydi [savmasaydı], manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allahın adı çok zikr edilen câmi’ler yı- kılıp giderdi)[3] denildiğini, İslâmın ibâdethânelere hur- metkâr olduğunu, onları yıkmadığını, yıkanlara mâni’ ol- duğunu çokça söyleyeceksiniz.
7- (Yehûdîleri Arab yarımadasından çıkarınız) ve (Arab yarımadasında iki din olmaz) hadîsleri hakkında, müslimânla- rı şübheye düşürecek ve (Bu iki hadîs doğru olsaydı, Peygam- berin, biri yehûdî, biri de hıristiyan hanımı olmazdı ve Necran hıristiyanları ile anlaşma yapmazdı)[4] diyeceksiniz!
rın hepsi, âhirete, ya’nî öldükden sonra tekrar dirilmeğe, Cennete, Ce- henneme inanıyorlar. Kendilerine ilerici diyen ve onlara benzemeğe özenen din câhillerinin de, bunlar gibi inanmaları îcâb etmez mi? Pey- gamberlerin dinleri, ya’nî emr ve yasak edilen bilgileri aynı değildir. Îmân edip, islâmiyyete tâbi’ olmağa (İslâm) denir. Dinleri başka oldu- ğu için, her Peygamber zemânındaki islâm, birbirlerinin aynı değildir. Her Resûl gelince, yeni bir (İslâmiyyet) gelmiş, eski Peygamberler ze- mânlarındaki islâmlıkların hükmleri kalmamışdır. Son Peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın getirdiği islâm, kıyâmete kadar de- vâm edecekdir. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 19 ve 85. ci âyetle- rinde, yehûdîlere ve hıristiyanlara eski islâmlıklarını bırakmalarını emr ediyor. Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmıyanların, Cennete gi- remiyeceklerini, Cehennemde sonsuz yanacaklarını bildiriyor. İb- râhîm, İsmâ’îl ve Yûsüf ve Ya’kûb peygamberler, kendi zemânlarında mu’teber olan islâmı istediler. O müslimânlıklar ve kiliselere gitmek, şimdi mu’teber değildirler. Bu husûsda, arabî (El-envâr) kitâbımızın sonundaki, Zerkânînin (Mevâhib) şerhinde tafsîlât vardır. Câmi’ul- ezher müderrislerinden Muhammed Zerkânî Mâlikî 1122 [m. 1710] da vefât etdi.
  1. [1]  Bekara sûresi, âyet: 128
  2. [2]  Bekara sûresi, âyet: 132
  3. [3]  Hac sûresi, âyet: 40
[4] 59. cu sahîfede, 2. ci hâşiyeye [dip nota] bakınız!
– 60 –
8- Müslimânları, ibâdetlerinden men’ etmeğe çalışacak ve (Allah insanların ibâdetlerine muhtâc değildir) diye- rek, onları ibâdetlerin fâideleri hakkında tereddüde düşü- receksiniz[1]. Hacca gitmek ve cemâ’at ile nemâz kılmak gibi, onları bir araya getiren ibâdetlerden men’ edeceksi- niz. Aynı şeklde, câmi’lerin, türbelerin ve medreselerin inşâsına ve Kâ’benin ta’mîrine mâni’ olmaya çalışacaksı- nız.
9- Harbde düşmandan ganîmet olarak alınan malın beş- de birinin [Humusun], âlimlere verilmesi husûsunda, şüb- helendirecek ve bunun ticâret kazancıyla bir alâkasının ol- madığını îzâh edeceksiniz. Sonra, (Humus, Peygambere veyâ Halîfeye verilir, âlime verilmez. Zîrâ âlimler, onunla evler, serâylar, hayvanlar ve bahçeler alıyorlar. Bunun için, (Humus)u onlara vermek câiz değildir) diyeceksiniz!
10- Müslimânların akîdelerine bid’atler sokup, İslâmı gericilik ve terör dîni olmakla ithâm edeceksiniz. İslâm memleketlerinin geri kaldığını, sarsıntılara mâruz kaldığı- nı söyleyecek ve böylece onların İslâma olan bağlılıkları- nı za’îfletmiş olacaksınız. [Hâlbuki müslimânlar, dünyâ- nın en büyük, medenî devletlerini kurdular. Dîne bağları gevşedikce, küçüldüler.]
11- Çok mühimdir! Çocukları babalarından uzaklaşdı- rıp, büyüklerinin dînî terbiyelerinden mahrûm kalmaları- nı sağlayacaksınız. Onları, biz yetişdireceğiz. Binâena- leyh, çocuklar babalarının terbiyelerinden kopdukları an, akîdeden, dinden ve âlimlerden kopmağa mahkûm ola- caklardır.
12- Kadını tahrik edip, örtüsünü açmasına sebeb ola- caksınız. Sebeb olarak da, örtü gerçek İslâmî bir emr de- ğildir. Abbâsîler zemânında ihdâs edilmiş bir âdetdir.
[1] İbâdetler, Allahü teâlâ emr etdiği için yapılmakdadır. Evet, Allahü te- âlâ, kullarının ibâdetlerine muhtâc değildir. Fekat kullar, ibâdet yap- mağa muhtâcdırlar. Kendileri, akın akın kiliseye gidiyorlar. Müslimân- ların câmi’lere gitmelerine mâni’ oluyorlar.
– 61 –
Bunun için, insanlar Peygamberin zevcelerini görüyorlar- dı ve kadın bütün işlere katılıyordu diyeceksiniz. Kadını açdıkdan sonra, gençleri ona karşı tahrîk edip, her ikisinin arasında fesâd hâsıl olması için çalışacaksınız! Müslimân- lığı yok etmek için, bu iş, çok te’sîrlidir. Evvelâ, bu işi gayr-ı müslim kadınlara yapdıracaksınız. Sonra, müslimân kadın kendiliğinden bozulup, bunların yapdığını yapacak- dır[1].
[1] Hicâb ya’nî tesettür, örtünme âyeti gelmeden evvel, kadınlar örtün- mezler, Resûlullaha gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlul- lah birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederler- di. (Beydâvî)de ve (Buhârî)nin tefsîr bâbında bildirildiği gibi, hicret- den üç sene sonra, (Ahzâb) ve beş sene sonra (Nûr) sûrelerindeki hi- câb âyetleri gelip, kadınların yabancı erkekler yanında, oturmaları, bunlarla konuşmaları yasak edildi. Bundan sonra, Resûlullah, kadınla- rın bilmediklerini, mübârek zevcelerinden sormalarını emr eyledi. Kâ- firler, hicâb âyetinin sonra geldiğini, kadınların sonra örtündüklerini söylemiyerek, müslimânları aldatıyorlar.
Resûlullahın mübârek zevcesi Ümm-i Seleme “radıyallahü anhâ” diyor ki, mübârek zevcelerinden Meymûne “radıyallahü anhâ” ile bir- likde Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında idik. İbn-i Ümm-i Mektûm “radıyallahü anh” izn isteyip içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunu görünce, bize (Perde arkasına çeki- liniz!) buyurdu. (O a’mâ değil midir? Bizi görmez) dedim. (Siz de mi körsünüz? Onu görmez misiniz?) buyurdu. Ya’nî, o kör ise de, siz kör değilsiniz ya, buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi, imâm-ı Ahmed ve Tirmüzî ve Ebû Dâvüd “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdiler. Bu hadîs-i şerîfe göre, erkeğin yabancı kadına bakması harâm olduğu gibi, kadının da yabancı erkeğe bakması câiz değildir. Mezheb imâmlarımız “rahime- hümullahü teâlâ”, bu husûsdaki diğer hadîs-i şerîfleri de bildirerek, kadının yabancı erkeklerin avret yerlerine bakmaları harâmdır dedi- ler. Bunu yapmak kolaydır. Böyle kolay olan emrlere ve yasaklara (Ruhsat) denir. Kadının, erkeklerin başlarına, saçlarına bakması mekrûhdur. Bundan sakınmak güçdür. Güç olan şeyleri yapmak da (Azîmet) olur. Erkeğin kadın için avret yeri, diz ile göbek arasıdır de- diler. Görülüyor ki, ezvâc-ı tâhirat “radıyallahü teâlâ anhünne” ve Es- hâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm” azîmet ile amel ederler, ruhsatlar- dan da sakınırlardı. İslâmiyyeti içerden yıkmak istiyen (Zındık)lar, hi- câb âyetleri gelmeden önce, kadınların örtünmediklerini ileri sürerek, (Peygamber zemânında kadınlar örtünmezlerdi. Şimdi gördüğümüz kadınların, umacı gibi örtünmeleri o zemân yokdu. Hazret-i Âişe ba- şı açık gezerdi. Şimdiki örtünmeği, sonradan, yobazlar, fıkhcılar uydur- du) diyorlar. Bu sözlerinin yalan ve iftirâ olduğunu, bu hadîs-i şerîf açıkca göstermekdedir. Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını bildi-
– 62 –
13- Câmi’ imâmlarının fâsık olduklarını iddiâ edip, on- ların hatâlarını açıklayarak ve her vesîle ile onlarla, arka- larında nemâz kılan cemâ’atleri arasına kin ve adâvet so- karak, cemâ’at ile nemâz kılmağı ortadan kaldıracaksınız.
14- Peygamberin zemânında olmadığı ve bid’at oldu- ğu gerekçesiyle, türbelerin hepsinin yıkılması lâzımdır diyeceksiniz. Ayrıca Peygamber, Halîfeler ve sâlihlerin kabrleri hakkında, şübheye düşürerek, onları ziyâret et- mekden men’ edeceksiniz. (Peygamber, annesinin yanın- da, Ebû Bekr ile Ömer (Bakî’) kabristânında medfun- durlar. Osmânın kabri mechûldür. Hüseynin başı (Han- nâne)de defn edilmişdir. Cesedinin defn edildiği yer ma’lûm değildir. (Kâzımiyye)deki kabrler de, iki halî-
ren dört hak mezheb, erkeklerin (avret yeri)ni, ya’nî bakması ve baş- kasına göstermesi harâm olan uzvlarını, birbirlerinden farklı olarak bildirmişlerdir. Her müslimânın, bulunduğu mezhebin bildirdiği avret yerini örtmesi farzdır. Başkasının avret yerine bakmak harâmdır. (Eşi’at-ül-leme’ât) kitâbındaki hadîs-i şerîflerde: (Erkek erkeğin ve kadın kadının avret yerine bakmasın) buyuruldu. Hanefî mezhebinde, erkeğin erkek için ve kadının kadın için avret mahalli, diz ile göbek arasıdır. Kadının yabancı erkek için avret mahalli, ellerinden ve yü- zünden başka, bütün bedenidir. Kadının saçları da avretdir. Avret ye- rine şehvetsiz de bakmak harâmdır.
(Bir kadını görürseniz, yüzünüzü ondan ayırınız! Ansızın görmek günâh olmaz ise de, tekrâr bakmak günâh olur).
(Yâ Alî! Uyluğunu açma! Ölü veyâ diri, hiç kimsenin uyluk yerine bakma!)
(Avret yerini açana ve başkalarının avret yerine bakana, Allah la’net eylesin!)
(Kendini bir kavme benzeten onlardan olur). Bu hadîs-i şerîf göste- riyor ki, ahlâkını, işlerini veyâ elbisesini, islâm düşmanlarına benzeten onlardan olur. Modaya, ya’nî kâfirlerin kötü âdetlerine uyanlar, ha- râmlara (güzel san’at) ismini takanlar ve harâm işliyenlere san’atkâr di- yenler, bu hadîs-i şerîfden ibret almalıdırlar.
(Kimyâ-yı se’âdet)de diyor ki, (Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile çıkmaları da harâmdır. Böyle çıkmalarına izn veren, râzı olan anası, babası, zevci, kardeşi de, onun günâhına ve azâbı- na ortak olurlar.) Ya’nî Cehennemde birlikde yanacaklardır. Tevbe ederlerse afv olunurlar. Allahü teâlâ tevbe edenleri sever.
Müslimân olduğunu söyliyen bir kimsenin, yapacağı her işin, is-
– 63 –
fenin kabridir. Peygamberin âlinden Kâzım ve Cevâdın kabrleri değildir. Tusdaki ise, Ehl-i beytden Rızânın değil, Hârunun kabridir. Samarrâdaki Abbâsîlerin mezârlarıdır. Ehl-i beytden Hâdî, Askerî ve Mehdînin kabri değildir. Müslimân memleketlerde bulunan bütün türbe ve kubbe- lerin yıkılmasının farz olduğu gibi, (Bakî) mezârlığını da, yerle bir etmek lâzımdır) diyeceksiniz!
15- Seyyidlerin, Peygamberlerin soyundan geldikleri husûsunda insanlar tereddüde düşürülecek. Seyyid olma- yanlara siyâh ve yeşil sarık giydirilerek, seyyidlerin diğer insanlarla karışmaları te’mîn edilecek. Böylece, insanlar bu husûsda şaşırıp, Seyyidler hakkında sû-i zanda bulu- nacaklar. Din adamlarının ve Seyyidlerin sarıklarını çıka- racaksınız ki, Seyyidlerin soyu gayb olsun ve din adamla- rı insanlardan hurmet görmesin.[1]
lâmiyyete uygun olup olmadığını bilmesi lâzımdır. Bilmiyorsa, bir Ehl-i sünnet âliminden sorarak veyâ bu âlimlerin kitâblarından oku- yarak öğrenmesi lâzımdır. İş, islâmiyyete uygun değil ise, günâh veyâ küfrden kurtulamaz. Hergün hakîkî tevbe etmesi lâzımdır. Tevbe edi- len günâh ve küfr, muhakkak afv olur. Tevbe etmezse, dünyâda ve Cehennemde, azâbını, ya’nî cezâsını çeker. Bu cezâlar, kitâbımızın muhtelif yerlerinde yazılıdır.
Erkeklerin ve kadınların nemâzda ve heryerde örtmesi lâzım olan yerlerine (Avret mahalli) denir. Avret mahallini açmak ve başkasının avret mahalline bakmak harâmdır. İslâmiyyetde avret mahalli yokdur diyen, kâfir olur. İcmâ’ ile, ya’nî dört mezhebde de avret olan bir yeri- ni açmağa ve başkalarının böyle avret mahalline bakmağa halâl diyen, ehemmiyyet vermiyen, ya’nî azâbından korkmıyan kâfir olur. Kadın- ların avret yerini açmaları ve erkekler yanında şarkı söylemeleri ve mevlid okumaları böyledir. Erkeklerin diz ile kasıkları arası, Hanbelî mezhebinde avret değildir.
(Ben müslimânım) diyen kimsenin, îmânın ve islâmın şartlarını ve dört mezhebin icmâ’ı, ya’nî söz birliği ile bildirdiği farzları ve harâm- ları öğrenmesi ve ehemmiyyet vermesi lâzımdır. Bilmemesi özr değil- dir. Ya’nî, bilip de inanmamak gibidir. Kadınların yüzlerinden ve elle- rinden başka yerleri, dört mezhebde de avretdir. İcmâ’ ile olmıyan, ya’nî diğer üç mezhebden birine göre avret olmıyan bir yerini, ehem- miyyet vermiyerek açan kâfir olmaz ise de, kendi mezhebine göre, büyük günâh olur. Erkeklerin diz ile kasık arasını, ya’nî uyluğunu aç- maları böyledir. Bilmediğini öğrenmesi farzdır. Öğrenince hemen tev- be etmeli ve örtmelidir.
[1] 123.cü sahîfedeki dipnota bakınız!
– 64 –
16- Şî’îlerin mâtem yerlerinin yıkılmasının farz oldu- ğu, zîrâ bid’at ve dalâlet olduğu, Peygamber ve Halîfele- rin zemânında mevcûd olmadığı söylenecek. İnsanları oralara girmekden men’ etmek, Vâizleri azaltmak ve Vâ- izlerle mâtem yerleri sâhiblerini vergiye bağlamak lâzım- dır.
17- İngiliz kitâbında yazılı şeylerden biri, bütün müsli- mânlara hürriyyet sevgisini behâne ederek, (Herkes dile- diğini yapabilir. Emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil münker ve İslâm ahkâmının öğretimi farz değildir) diyeceksiniz! [Hâlbuki, islâmiyyeti öğrenmek ve öğretmek farzdır. Müs- limânların birinci vazîfesidir.] Ayrıca, onlara şunu da aşıla- yacaksınız: (Hıristiyanlar kendi dinleri, yehûdîler de kendi dinleri üzeredirler. Kimse kimsenin kalbine girmez. Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker halîfeye âiddir.)
18- Müslimânların çoğalmasına mâni’ olmak için, do- ğum sınırlandırılacak ve birden fazla evliliğe mâni’ oluna- cak. Evlenmeğe ba’zı şartlar konulacak. Meselâ, denile- cek ki: Arab Îrânlıyla, Îrânlı arabla, Türk arabla evlene- mez.
19- İslâmın yayılması ve müslimân olmıyanlara öğretil- mesi fe’âliyyetleri kat’î sûretde men’ olunacak. İslâmın yalnız arabların dîni olduğu fikri yayılacak. Gerekçe ola- rak, Kur’ânda, (Bu senin ve kavmin için bir zikrdir) denil- diği söylenecek.
20- Hayr müesseselerinin hudûdları daraltılacak ve devlete âid bir hâle getirilecek. Öyle olacak ki, kişi câmi’, medrese ve bunlara benzer hayr müesseseleri yapamaz hâle getirilecekdir.
21- Müslimânları Kur’ân hakkında şübheye düşürecek ve içinde noksanlık ve fazlalık bulunan tahrîf edilmiş Kur’ân tercemeleri hâzırlayıp, diyeceksiniz ki: (Kur’ân bozulmuş. Birbirini tutmuyor. Birinde bulunan âyet diğe- rinde bulunmuyor). Yehûdî, hıristiyan ve bütün gayr-i müslimleri tahkîr eden ve cihâdı, emr-i bil-ma’rûfu ve
– 65 – İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları - F:5
nehy-i anil-münkeri emr eden âyetleri çıkaracaksınız[1]. Kur’ânı diğer lisanlara meselâ türkçe, farsça, hindçe vs. dillere çevirip, Arab memleketleri hâricinde arabî okun- masına mâni’ olacaksınız ve yine Arab memleketleri dı- şında (Ezân), (Nemâz) ve (Düâlar)ın arabî yapılmasını önleyeceksiniz.
Aynı şeklde, hadîsler hakkında da müslimânlar tered- düde düşürülecek. Kur’âna yapılması plânlanan, terce- me, tenkîd ve tahrîfin, hadîslere de uygulanması gerekli- dir.
Hakîkaten, okuduğum (İslâmı nasıl yıkabiliriz) ismli bu kitâb, çok mükemmel idi. İleride yapacağım çalışmalar için, emsâlsiz bir rehber idi. Sekretere kitâbı iâde edip, memnûniyyetimi ifâde etdiğimde, bana, (Bilmiş ol ki, bu meydânda, sen yalnız değilsin. Yapdığın işi yapan pekçok adamlarımız var. Bu işi yapmak için, şimdiye kadar nâzır- lığımız beşbinden fazla adam vazîfelendirmiş bulunmak- dadır. Nâzırlık bu sayıyı yüzbine çıkarmağı düşünüyor. Bu sayıya ulaşdığımız zemân, müslimânların hepsine hâkim olacak ve bütün İslâm memleketlerini ele geçirmiş olaca- ğız) dedi.
Dahâ sonra, sekreter şunları söyledi: (Sana şunu müj- delerim ki, nezâretimizin bu programı gerçekleşdirme-
[1] İngilizler, bu çalışmalarında muvaffak olamadı. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi değişdirilmekden Allahü teâlâ korumakdadır. İncîli de koruyacağına söz vermemişdir. Bunun için, uydurma İncîller yazıldı. Bunlar bile ze- mânla değişdirildi. Bunlarda, ilk değişikliği Bolüs [Pavlos] ismindeki bir yehûdî dönmesi yapdı. Her asrda, bilhâssa, İstanbuldaki Roma impera- torlarının birincisi olan Kostantinin 325 de İznikde topladığı 318 papaz, büyük değişiklik yapdılar. 931 [m. 1524] de, alman papazı Luther Mar- tin, (protestan) mezhebini kurdu. Romadaki Papaya tâbi’ olan hıristi- yanlara (katolik) denildi. Katoliklerle protestanların birbirlerini öldür- meleri, Sen Bartelemi ve İskoç cinâyetleri ve engizisyon mahkemelerin- deki fâcialar, hıristiyan târîhlerinde de yazılıdır. 446 [m. 1054] de, İstan- bul papazı Mihael Kirolarius, Papadan ayrılarak, (Ortodoks) kilisesini kurdu. Mîlâdın 571 senesinde ölen Ya’kûb, (Süryânî) fırkasını, 405 de ölen Maron, Sûriyede (Maronî) fırkasını, Amerikalı Şarl Russelin de, 1872 de (Yahova şâhidleri) fırkasını kurdular.
– 66 –
si için, en fazla, bir asrlık bir zemâna ihtiyâc vardır. Biz o günleri görmesek bile, muhakkak çocuklarımız görecek- dir. Şu darbımesel ne kadar da güzeldir, (Başkasının ekdi- ğini yidim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum). İngi- lizler, bunu yapdığı zemân, bütün hıristiyan âlemini mem- nûn etmiş ve onları oniki asrlık felâketden kurtarmış ola- cakdır).
Sekreter sözlerine şöyle devâm etdi: (Asrlarca devâm eden (Ehl-i salîb) muhârebeleri [Haçlı seferleri], hiçbir fâide sağlayamamışdır. Kezâ, Moğollar [Cengiz orduları] da, İslâmın köklerini kazımak için birşey yapmış sayıl- maz. Çünki onların yapdığı iş, ânî, plânsızdı. Düşmanlık- larını ortaya koyacak, askerî işler yapıyorlardı. Bunun için, çok çabuk yoruldular. Fekat şimdi, hükûmetimizin değerli idârecileri, İslâmı çok ince bir plân ve uzun bir sabrla içden yıkmak için çalışıyorlar. Askerî güc kullan- mamız da lâzımdır. Fekat bu iş, son merhalede, ya’nî İs- lâmı yiyip bitirdikden ve her tarafından balyozlayıp, bir dahâ toparlanamaz, bizimle savaşamaz hâle geldikden sonra gelir).
Sekreter sözlerini şöyle bitirdi: (İstanbuldaki bü- yüklerimiz, çok akllı ve zekî imişler, ki bizim plânımı- zın aynını uygulamışlar. Ne yapmışlar: Muhammedîle- rin arasına sokulup, onların çocukları için, medreseler açmışlar. Kiliseler inşâ etmişler. Onların arasında, içki- yi, kumarı, fıskı, fesâdı [ve futbol kulüplerine parçalan- malarını] çok güzel bir şeklde yaymayı başarmışlar. İs- lâm gençliğini, dinleri hakkında şübheye düşürmeğe, kendi hükûmetleri ile aralarına münâkaşa ve muhâle- fet sokmağa, her tarafda fitneyi yaygınlaşdırmağa, âmirlerin, müdîrlerin, devlet adamlarının evlerini hıris- tiyan kadınları ile doldurarak, ahlâklarını bozmağa ça- lışmışlardır. Biz de, bu şeklde hareket ederek, onların kuvvetlerini kıracağız, dinleri ile olan irtibâtlarını sar- sacağız, ahlâklarını ifsâd edeceğiz. Birlik ve berâberlik- lerini yok edeceğiz. Sonra, ânî bir harb başlatıp, İslâmın
– 67 –
köklerini kazıyacağız[1].)
[1] İngilizler, islâmiyyeti imhâ etmek için hâzırladıkları, yirmibir maddeyi, iki büyük, Hindistân ve Osmânlı islâm devletini yıkmak için tatbîk etdi- ler. Hindistânda, (Vehhâbî), (Kâdıyânî), (Teblîg-ı cemâ’at), (Cemâ’at-i islâmiyye) gibi bozuk islâm fırkaları meydâna getirdiler. Sonra ingiliz or- dusu, Hindistânı kolayca işgâl edip, koca islâm devletini yok etdi. İslâm âlimlerini zindanlarda, ölüme terk etdi. Sultânı da habs edip, iki oğlunu parçaladılar. Asrlardan beri, muhâfaza edilen zî-kıymet eşyâyı, nâdîde, güzîde hazîneleri yağma ederek, gemilerle Londraya taşıdılar. Hind sul- tânlarından Şâh-ı cihânın, 1041 [m. 1631] de, zevcesi Ercümend beygüm hanımın Agradaki kabri üzerine yapdırdığı (Tac-mahal) ismindeki tür- benin dıvarlarından çaldıkları elmâs, zümrüd, yâkut gibi kıymetli taşların yerleri, şimdi çamur ile sıvalıdır. Bu çamurlar, ingiliz vahşetini, dünyâya i’lân ediyorlar. Çaldığı bu servetleri, İslâmiyyeti yok etmek için kullan- makdadırlar. Bir islâm şâirinin dediği gibi, (Zâlimin zulmü varsa, mazlû- mun da Allahı var!) adâlet-i ilâhiyye tecellî ederek, ikinci cihân harbin- de, cezâlarını buldular. Almanların İngiltereyi işgâlinden korkan, ingiliz zenginleri, kilise mensûbları ve devlet, nezâret adamlarının çoluk çocuk- ları, onbinlerce islâm düşmanı, gemilerle Amerikaya kaçarlarken, al- manların, (Graf von spee) ve benzeri iki harb gemisinden bırakdıkları miknatisli mayınlar, bu gemileri batırdı. Atlas okyânûsunda boğuldular. Harbden sonra, Newyorkdaki (Birleşmiş milletler insan hakları) merke- zinin aldığı karâr ile, bütün dünyâdaki müstemlekelerini terk etdiler. Müstemlekeler nezâretinin, asrlarca sömürdüğü geçim kaynaklarının ço- ğunu gayb etdiler. Britanya adasında mahsûr kaldılar. Gıdâ maddeleri ve mühim ihtiyâc eşyâsı vesîkaya bağlandı. 1948 de, genelkurmay başkanı Sâlih Omurtak pâşa, bir ziyâfetde , (Londrada, resmî müsâfir olduğum hâlde, sofradan hep doymadan kalkardım. Avdetde, İtalyada, bol ma- karna yiyerek, doyabildim) dediğini işitdiğim için yazıyorum. O sofrada pâşanın tam karşısında oturuyordum. Bu sözü, hâlâ kulağımda çınlamak- dadır.
Senâüllah-ı Dehlevî “rahmetullahi aleyh” (Mâide sûresi)nin sekse- nikinci âyet-i kerîmesini tefsîr ederken buyuruyor ki, (Muhyissünne Hüseyn Begavî, nasârânın hepsinin müşrik olmadığını bildirdi. Çünki, şirk, ülûhiyyet sıfatı isnâd ederek, ona hurmet etmeğe, ya’nî (ibâdet et- meğe) denir. Müşrikler, yehûdîler gibi, müslimânlara şiddetli düşman- dır. Müslimânları öldürürler, memleketlerini, mescidlerini tahrîb eder- ler. Kur’ân-ı kerîmi yakarlar.) İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” üçüncü cild, üçüncü mektûbda buyuruyor ki, (Allahü teâlâdan başka bir şeye ibâdet edene, tapınana müşrik denir. Bir Peygamberin dînine tâbi’ olmıyan kimse müşrikdir). Şimdi, dünyâdaki hıristiyanların hep- si, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kâfirdirler. Bunların çoğu Îsâ tanrıdır veyâ üç tanrıdan biridir dedikleri için, müşrikdirler. Îsâ, Allahın kulu ve Peygamberidir diyenleri, (Ehl-i kitâb)dır. Hepsi, İslâmiyyete ve müslimânlara düşmanlık yapıyorlar. Hücûmlarını ingi- lizler idâre etmekdedir.
Hıristiyânların şimdi, onbir süâl uydurarak, bütün islâm memleketle- rine götürdüklerini, 1412 h.=1992 m. senesinde haber aldık. Bengladeşde- ki islâm âlimleri, bunlara cevâb yazarak, papazları rezîl etmişlerdir. İstan- buldaki (Hakîkat Kitâbevi)miz, (El-Ekâzîb-ül-cedîde-tül-Hıristiyâniyye) ismindeki bu cevâbları, (Es-sırât-ul-müstakîm) kitâbı ile birlikde basdırıp, bütün dünyâya göndermekdedir.
– 68 –
Birinci Kısm YEDİNCİ FASL
Birinci sırrın tadını tatdıkdan sonra, ikinci sırrı da öğ- renmek için, can atıyordum. Nihâyet bir gün sekreter, söz verdiği ikinci sırrı da açıkladı. İkinci sır, bir asrlık bir ze- mân içinde İslâmı yokedip unutdurmak gâyesi ile, nâzır- lıkda bu iş için çalışan yüksek rütbeli ingilizlere mahsûs hâzırlanmış, elli sahîfelik bir plân mecmûası idi. Bu plân- lar ondört maddede toplanmışdı. Müslimânların eline geçme tehlükesine karşı, tedbîr olarak, bu plânları çok gizli tutuyorduk. O plânlar şunlardır:
1- Buhârâyı, Tacikistânı, Ermenistânı, Horâsân ve et- râfını istilâ etmek için, rus çârı ile çok iyi bir ittifâk ve yar- dım anlaşması kurmamızdır. Yine, Rusya ile hudûdu olan Türk topraklarını da istîlâ etmek için, ruslarla bir anlaşma yapmamız lâzımdır.
2- İslâm âlemini, hem içerden, hem de dışarıdan yıkmak için, Fransa ve Rusya ile, işbirliği yapmamız lâzımdır.
3- Türk-Îrân hükûmetleri arasına çok şiddetli fitne ve ihtilâflar sokup, her iki tarafda milliyetçilik ve kavmiyyet fikrlerini kuvvetlendirmemiz lâzımdır. Ayrıca, birbirine komşu bütün müslimân kabîle ve milletlerin arasına ve müslimân memleketler arasına fitne ve düşmanlık sokma- mız lâzımdır. Gayb olmuş olanları dâhil, bütün bozuk mezhebleri ihyâ edip, canlı tutmak ve birbirine düşürmek lâzımdır.
4- İslâm memleketlerinden ba’zı parçaları gayr-ı müs- limlerin eline vermek lâzımdır. Meselâ: Medîneyi yehû- dîlere, İskenderiyeyi hıristiyanlara, İmâreyi sâibeye, Kermanşâhı Alîyi ilahlaşdıran nusayrîlere, Mûsulu yezî- dîlere, Îrân körfezini hindûlara, Trablusu dürzîlere, Kar-
– 69 –
sı ermenilere ve alevîlere, Maskatı hâricîlere vermek lâ- zımdır. Sonra, bunları, para, silâh ve gerekli bilgilerle tak- viye etmek îcâb eder ki, bunlar İslâmın vücûdunda birer diken olsunlar. İslâm iyice yıkılıp gayb oluncaya kadar, bunların yerlerini genişletmek lâzımdır.
5- Müslimân Osmânlı ve Îrân hükûmetlerini, mümkin mertebe, birbirleriyle hiç anlaşamayan ufak mahallî dev- letlere bölmeyi plânlamak lâzımdır. Hindistânın şimdiki hâli gibi. Zîrâ, şöyle bir nazariyye vardır: (Parçala, hükm edersin) ve (Parçala, mahv edersin).
6- İslâmın bünyesinde, tahrîf edilmiş din ve mezhebler ihdâs etmek lâzımdır ve îcâd edeceğimiz bu dinlerin her birisinin bir memleketin insanlarının hevâ ve hevesine uy- gun olması için, çok ince bir plân yapmalıyız. Şî’anın memleketinde dört din îcâd edeceğiz: 1- Hazret-i Hüseyni ilahlaşdıran bir din, 2- Ca’fer-i Sâdıkı ilahlaşdıran bir din, 3- Mehdîyi ilahlaşdıran bir din, 4- Alî Rızâyı ilahlaşdıran bir din. Birincisi Kerbelâya, ikincisi İsfahâna, üçüncüsü Samarrâya, dördüncüsü de Horâsâna muvâfıkdır. Aynı zemânda sünnîlerin de, mevcûd dört mezheblerini, birbi- rinden ayrı dört bağımsız din hâline getirmeliyiz. Bunu yapdıkdan sonra, Necdde yeni bir İslâm fırkası kurup, aralarında kanlı çekişmeler ihdâs edeceğiz. Dört mezhebin kitâblarını imhâ edeceğiz ki, bu fırkalardan herbiri, sâdece kendilerini müslimân kabûl edip, diğerlerini, öldürülmesi lâzım olan kâfirler bilsinler.
7- Zinâ, livâta, ya’nî homoseksüellik, içki ve kumar ile, müslimânların arasına fitne ve fesâd tohumları saçılacak. Bunun için, bu memleketlerde yaşayan gayr-ı müslimler kullanılacaklardır. Onlardan bu gâyeyi gerçekleşdirmek için, muazzam bir ordu teşkil etmemiz lâzımdır.
8- İslâm memleketlerinde fâsid liderler, zâlim kuman- danlar yetişdirmeğe, bunları hükûmetin başına geçire- rek, islâmiyyete uymağı yasaklıyan kanûnlar çıkarmağa a’zamî ehemmiyyet vermek lâzımdır. Onları kullanıp, nâ-
– 70 –
zırlığın yap dediğini yapacak, yapma dediğini yapmaya- cak duruma getirmeliyiz. Onların vâsıtası ile müslimânla- ra ve İslâm memleketlerine isteklerimizi kânûn zoru ile cebr ederek yapdırmalıyız. İslâmiyyete uymağı suç, ibâdet yapmağı gericilik hâline getirmeliyiz. Müslimân memle- ketlerdeki hükûmet adamlarını, mümkin olduğu kadar as- lı gayr-i müslimlerden seçdirmeliyiz. Bunu yapmak için, ba’zı ajanlarımızı sûreten müslimân, din adamı şekline so- kup, isteklerimizi icrâ etmek için, yüksek makamlara ge- tirmeliyiz[1].
9- Mümkin mertebe arabînin öğretilmesine mâni’ ola- caksınız. Arabînin hâricindeki dilleri, meselâ: Fârisîyi, Kürtçeyi ve Peştucayı yayacaksınız. Arab memleketlerin- de, ecnebî lisânları ihyâ edecek ve Kur’ân ile Sünnetin li- sânı olan fasîh arabîyi yok etmek için, mahallî lehçeleri neşr edeceksiniz!
10- Devlet adamlarının etrâfına adamlarımızı yerleşdi- rip, onların vâsıtası ile, nâzırlığımızın arzûlarını tatbîk et- mek için, onları bu devlet adamlarının müsteşârları hâline getirmeliyiz. Bu işin en kolay yolu, köle ticâretidir: Köle ve câriye olarak göndereceğimiz câsûsları, evvelâ lâyıkı ile yetişdireceğiz. Sonra, müslimân devlet adamlarının yakın- larına, meselâ onların çocuklarına, hanımlarına ve onların indinde hâtırı sayılır insanlara satmalıyız. Satdığımız bu köleler, tedrîcî olarak, devlet adamlarına yaklaşacaklar- dır. Onların anneleri ve mürebbiyeleri olup, bileziğin bile- ği ihâta etdiği gibi, onlar da, müslimân devlet adamlarını ihâta edeceklerdir.
11- Misyonerliğin sâhasını genişletip, her sınıf ve mes- leğe bilhâssa doktor, mühendis, muhasebeci v.s. gibi mesleklere sokmalıyız. İslâm memleketlerinde kilise,
[1] İngilizler, bu çalışmalarında muvaffak oldular. Mustafâ Reşid pâşa, Âlî pâşa, Fuâd pâşa ve Tal’at pâşa gibi masonları ve yehûdî, ermeni asllı soysuzları başa getirdiler. Abdullah Cevdet ve Mûsâ Kâzım ve Zi- yâ Gökalp ve Abduh gibi masonları dinde söz sâhibi yapdılar.
– 71 –
mekteb, hastahâne, kütübhâne ve hayr cemiyyetleri ismi altında propaganda, neşriyyât merkezleri açmalı ve bunla- rı, İslâm memleketlerinin dört bir bucağına yaymalıyız. Milyonlarca hıristiyan kitâblarını meccânen dağıtmalıyız. İslâm târîhinin yanında, hıristiyan târîhini, devletler hukû- kunu da neşr etmeliyiz. Kilise ve manastırlara râhib ve râ- hibe ismi altında câsûslarımızı yerleşdirmeliyiz. Bunları vâsıta olarak kullanıp, hıristiyan hareketlere rehberlik yapmalarını te’mîn etmeliyiz. Müslimânların her hareket ve fikrlerini öğrenip bize aktarmalarını te’mîn etmeliyiz. İslâm târîhini bozup, tahrîf edecek ve müslimânların ah- vâl ve dinlerini iyice öğrendikden sonra, onların bütün ki- tâblarını imhâ edecek, islâm ilmlerini yok edecek, profe- sör, ilm adamı, araşdırmacı gibi ismler altında, bir hıristi- yan ordusu kurmalıyız.
12- Kız, erkek, bütün İslâm gençliğinin kafasını karışdı- rıp, İslâmiyyet hakkında şübhe ve tereddüde düşmelerini te’mîn etmeliyiz. Mekteb, kitâb, mecmû’a [spor kulübleri, sinema filmleri, televizyon] ve bu iş için yetişdirilmiş ele- manlarımızın vâsıtası ile, onların ahlâklarını sıfıra indir- meliyiz. Yehûdî, hıristiyan ve bütün gayr-i müslim gençle- ri, onları avlamak için, birer tuzak olarak yetişdirmek için, gizli cem’iyyetler açmalıyız!
13- Dâhilî harb ve ayaklanmaları teşvîk etmeli ve ken- di aralarında ve gayr-i müslimler ile dâimâ mücâdele hâ- linde olmalarını te’mîn etmeliyiz ki, kuvvetleri zâil olsun, terakkîleri imkânsız olsun. Fikrî tâkatları, mâlî kaynakla- rı yok olsun. Genç ve faâl olanları ortadan kalksın. Sulh ve huzûr, yerini ihtilâle bıraksın.
14- İktisâdları tahrîb edilecek, gelir kaynakları ve zirâ- at sâhaları bozdurulacak, su bendleri yıkdırılacak, nehrler kurutulacak, insanlar nemâz kılmakdan, çalışmakdan nef- ret etdirilecek ve tembellik yaygınlaşdırılacakdır. Tembel- ler için, oyun yerleri açılacak. Uyuşturucu madde, içki, yaygın bir hâle getirilecekdir.
– 72 –
[Yukarıda saydığımız maddeler, çok güzel bir şeklde harîta, resim ve şekllerle açıklanmışdır. Bu ondört madde- nin yardımı ile koca Osmânlı Devletini yıkdılar. Yeni kur- dukları devletlerin idâresini, İskoç masonlarının ellerine verdiler. Bunlar da, (Müstemlekeler nezâreti)nin bu on- dört maddesini anayasa yaparak, islâmiyyete saldırmağa devâm ediyorlar.]
Bana bu muhteşem vesîkanın bir kopyasını verdiği için, sekretere teşekkür etdim.
Londrada bir ay dahâ kaldıkdan sonra, tekrâr Necdli Muhammed ile görüşmek üzere, Irâka gitmek için nâzır- lıkdan emr aldım. Sefere çıkarken, sekreter bana: (Necdli Muhammed hakkında bir ihmâlkârlık yapmayasın! Câ- sûslarımızın gönderdikleri raporlardan anlaşıldığı vech ile, Necdli Muhammed, plânlarımızı gerçekleşdirmek için, çok münâsib bir ahmakdır.
Necdli Muhammed ile açık konuş! İsfahânda ajanla- rımız, onunla açıkça konuşmuş, o da, isteklerimizi bir şart ile kabûl etmişdir. Onun şartı şudur: Fikr ve görüş- lerini açıklayınca, kendisine saldırması muhakkak olan, devlet adamlarından ve âlimlerden kendini koru- mak için, kâfî derecede mal ve silâhla takviye edilmesi, memleketinde kendisine küçük de olsa, bir beylik ku- rulmasıdır. Nâzırlık da, bu şartları kabûl etmişdir) de- di.
Bu haberin verdiği sevinçle, az dahâ uçacakdım. O ze- mân, sekretere bu husûsda, ne yapmam îcâb etdiğini sor- dum. Cevâbında, (Necdli Muhammedin tatbîk etmesi için, nâzırlık ince bir plân hâzırlamışdır, şöyle ki:
1- Bütün müslimânları, tekfîr edip, onları öldürmenin, mallarını ellerinden almanın, nâmûslarına tecâvüzün, er- keklerini köle, hanımlarını câriye yapıp, köle pazarlarında satmanın halâl olduğunu söyleyecek.
2- Mümkinse, Kâ’benin bir put olduğu için, yıkılma- – 73 –
sının lâzım olduğunu belirtecek[1]. Hac ibâdetini ortadan kaldırmak için, kabîleleri hâcılara saldırtıp, mallarını elle- rinden almağa ve onları öldürmeğe teşvîk edecek.
3- Müslimânları, Halîfeye itâ’at etmekden men’ etme- ğe çalışacak. Onları Halîfeye karşı isyân etmeğe teşvîk edecek ve bu iş için, ordular hâzırlayacak. Her vesîle ile, Hicâz eşrâfı ile harb etmenin ve onların nüfuzlarını azalt- manın lâzım olduğunu yayacak.
4- Mekke, Medîne ve diğer İslâm memleketlerinde bu- lunan türbe, kubbe ve mukaddes yerlerin put ve şirk ol- duklarını söyliyerek, yıkılmalarının lâzım olduğunu i’lân edecek. Mümkin mertebe, Muhammed Peygambere, Ha- lîfelerine ve bütün mezheb büyüklerine hakâret olunma- sına vesîle olacak.
5- İslâm memleketlerinde mümkin mertebe ihtilâl, zulm ve anarşiyi te’mîn edecek.
6- Hadîslerde yapılmış olduğu gibi, ilâve ve noksanlık- larla, tahrîf edilmiş bir Kur’ân neşr etmeye çalışacak[2].
Sekreter, yukardaki altı maddelik plânı söyledikden sonra: (Bu büyük program seni korkutmasın. Çünki va- zîfemiz, islâmiyyeti yok etme tohumunu atmakdır. Bu işi temâmlayacak nesller gelecekdir. İngiliz hükûmeti, sabr etmeyi ve adım adım yürümeyi âdet edinmişdir. Büyük ve baş döndürücü islâm inkılâbını yapan Muhammed Peygamber de, sâdece bir insan değil miydi? İşte bizim Necdli Muhammed de, Peygamberi gibi, bu inkılâbları-
  1. [1]  Put, kendisine ibâdet edilen, secde edilen, herşey yalnız kendisinden istenen şeylere, heykellere denir. Müslimânlar, Kâ’be için secde et- mez. Kâ’beye karşı olarak, Allahü teâlâya secde ederler. Her nemâz- da, Kâ’beye karşı secde etdikden sonra, (Fâtiha) sûresini okurlar. Bu sûrede, (Ey! Âlemlerin yegâne [bir] olan Rabbi! Biz yalnız sana ibâdet ederiz. Herşeyi yalnız senden isteriz) denilmekdedir.
  2. [2]  Meşhûr ve mu’teber kitâblardaki, hadîs-i şerîflerde ilâve ve noksan var demek, büyük iftirâdır. Binlerce hadîs âliminin, hadîs-i şerîfleri na- sıl topladıklarını öğrenen bir kimse, böyle çirkin yalan söyleyemez ve böyle yalanlara aslâ inanmaz.
– 74 –
mızı gerçekleşdirmeğe söz verdi) dedi.
Bir kaç gün sonra, Nâzır ve sekreterden izn aldım, âile ve dostlarıma vedâ’ etdim. Basraya doğru yola çıkdım. Evden çıkarken, küçük oğlum: (Baba çabuk dön!) dedi. Gözlerim yaşardı. Teessürlerimi hanımımdan gizleyeme- dim. Yorucu bir seferden sonra, nihâyet geceleyin Basra- ya vardım. Abdürrızânın evine gitdim, uyandırdım. Beni görünce, çok sevindi. Beni ağırladı. O gece, orada kaldım. Sabâhleyin bana (Necdli Muhammed bana uğradı ve sana bu mektûbu bırakarak gitdi) dedi. Mektûbu açdım. Mem- leketi olan Necde gitdiğini ve adresini yazıyordu. Ben de hemen oraya doğru yola çıkdım. Son derece meşakkatli bir yolculukdan sonra, oraya vardım. Necdli Muhammedi evinde buldum. Fekat, çok za’îflemişdi. Kendisine hiçbir şey söylemedim. Sonra, evlendiğini duydum.
Biz aramızda, benim onun kölesi olduğumu ve beni bir yere gönderdiğini, şimdi de avdet etdiğimi, herkese söyle- mek için anlaşdık. Beni böyle bildirdi.
Necdli Muhammedin yanında iki sene kaldım. Da’veti- ni i’lân etmek için bir program hâzırladık. Nihâyet, hicrî 1143 [m. 1730] senesinde, onun azmini kuvvetlendirdim. O da, kendine yardımcı topladıkdan sonra, kapalı ba’zı cümlelerle da’vetini kendine çok yakın olanlara anlatdı. Sonra, da’vetini günbegün genişletdi. Onu düşmanların- dan korumak için, etrâfına muhâfızlar koydum. Ve onla- ra istedikleri kadar mal ve para verdim. Necdli Muham- medin düşmanları tecâvüz etmek istediği zemân, muhâfız- ların gayretlerini artdırıyordum. Ve onları ma’nen destek- liyordum. Da’veti yayıldıkça, muhâlifleri çoğalıyordu. Kendisine fazla hücûm yapıldığı zemân, da’vetden vaz- geçmek istiyordu. Fekat, onu yalnız bırakmıyor ve azmini kuvvetlendiriyordum. Ona, (Ey Muhammed, Peygamber senden dahâ fazla eziyyet gördü. Biliyorsun, bu şeref yo- ludur. Her inkılâbcı gibi, biraz meşakkate tehammül et- melisin!) diyordum.
– 75 –
Biz dâimâ düşmanların hücûmuna uğrayabilirdik. Onun muhâliflerine karşı, parayla aldığım câsûslar koy- dum. Düşmanları ona bir zarar yapmak istediğinde, onlar beni haberdâr ediyor, ben de, zararlarını te’sîrsiz hâle ge- tiriyordum. Bir sefer, düşmanların onu öldürmek istedik- leri haberini aldım. Hemen, onların hâzırladıklarına mâni’ olmak için, gerekli tedbîrleri aldım. İnsanlar, düşmanları- nın Muhammede böyle bir şey yapmak istediklerini du- yunca, onlardan nefret etmeğe başladılar. Böylece, kaz- dıkları kuyuya kendileri düşdüler.
Necdli Muhammed, plânın her altı maddesini icrâ ede- ceğini bana va’d etdi ve (Şimdilik, bunlardan ancak bir kısmını yerine getirebilirim) dedi. Bu sözünde haklı idi. O zemân, hepsini yapması gayr-ı mümkin idi.
Kâ’benin yıkdırılmasını çok zor buluyordu. Ayrıca, onun bir put olduğunu açıklamakdan da vazgeçdi. Tahrîf edilmiş bir Kur’ân neşr etmeği de red etdi. Bu husûsda, en çok Mekkedeki Şerîflerden ve İstanbuldaki hükûmetden korkuyordu. Bana, (Bu iki husûsu açıkladığımız takdîrde, kuvvetli bir ordunun hücûmuna ma’rûz kalacağız) dedi. Onun ma’zeretini kabûl etdim. Zîrâ, doğru söylüyordu. Şartlar müsâid değildi.
Birkaç sene sonra, müstemlekeler nezâreti, Der’iyye emîri Muhammed bin Sü’ûdu da safımıza çekmeğe mu- vaffak oldu. Bana bunu haber vermek ve her iki Muham- medin arasında muhabbet ve muâveneti te’sîs etmek için, bir haberci gönderdi. Müslimânların kalblerini ve i’timâd- larını, dînî yoldan te’mîn için, Necdli bizim Muhammed- den, siyâsî yoldan te’mîn için de, Muhammed bin Sü’ûd- dan istifâde etdik. Târîh isbât etmişdir ki, dîne istinâd eden devletler dahâ uzun ömürlü ve dahâ nüfuzlu ve hey- betli olurlar.
Böylece, devâmlı, kuvvetlendik. (Der’iyye) şehrini merkez yapdık. Din olarak da, yeni (VEHHÂBÎLİK) dî- nini te’sîs etdik. Nâzırlık, yeni vehhâbî hükûmeti gizlice
– 76 –
destekliyor ve takviye ediyordu. Yeni hükûmet, arabcayı ve çöl muhârebesini çok iyi öğrenmiş onbir ingiliz zâbiti- ni, köle ismi altında satın aldı. Plânları, bu subaylarla be- râber hâzırlıyorduk. Her iki Muhammed de, gösterdiği- miz yolda yürüyorlardı. Nâzırlığın husûsî bir emri olmadı- ğı zemân, mevzû’ları biz karara bağlıyorduk.
Hepimiz aşîret kızları ile evlendik. Müslimân kadının kocasına bağlılığı çok hoşumuza gitdi. Şimdi, vaz’ıyyet iyi gidiyor.
__________________
Tenbîh: Bu kitâbı dikkat ile okuyan, islâmın en büyük düşmanının, ingilizler olduğunu anlıyacak, şimdi bütün dünyâdaki müslimânlara saldıran vehhâbîliği, ingilizlerin kurduğunu ve onları beslemekde olduğunu iyi öğrenecek- dir. İlmi, aklı ve vicdânı olan ingilizler de, ingilizlerin bu alçak düşmanlıklarından nefret eder.
Her memleketde bulunan mezhebsizlerin, vehhâbîliği yaymağa çalışdıklarını işitiyoruz. Hattâ, Hempherin i’tirâf- larının, hayâl mahsûlü olarak başkaları tarafından yazıldı- ğını söyliyenleri var. Fekat, bu sözlerine bir vesîka göste- rememekdedirler. Vehhâbîlerin kitâblarını okuyarak, on- ların aslını, iç yüzünü öğrenen büyük islâm âlimi Habîb Alevî bin Ahmed Haddâd, (Misbâh-ul-enâm) kitâbında, ingilizlere satılmış olan Muhammed bin Abdülvehhâbın Hempher ile berâber hâzırladıkları, âdî, alçak yazılarına vesîkalarla cevâb vermekdedir. 1216 [m. 1801] da yazılmış olan bu kitâb, 1416 [m. 1995] da Hakîkat Kitâbevi tarafın- dan ofset ile basılarak bütün islâm memleketlerine gönde- rilmekdedir. İngilizler, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, ha- kîkî müslimân olan Ehl-i sünneti yok edemiyecekler, ken- dileri yok olacaklardır. Çünki, Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 81. ci âyetinde, bozuk yolda olanların da zuhûr edecekleri- ni, fekat hak yolda olanların karşısında, bunların mağlûb olarak, yok olacaklarını müjdelemekdedir.
– 77 –
İkinci Kısm İNGİLİZLERİN İSLÂM DÜŞMANLIĞI
İngiliz câsûsunun, birinci kısmda bildirilmiş olan i’tirâf- larını okuyanlar, İngilizlerin dünyâ müslimânları için ne- ler düşündükleri hakkında, ma’lûmât sâhibi olurlar. Aşa- ğıda, İngiliz Müstemlekeler nâzırlığının [sömürgeler ba- kanlığının], câsûslara verdiği emrlerin dünyâ müslimânla- rı üzerinde nasıl tatbîk edildiğini ve misyonerlerin fe’âliy- yetlerini kısaca bildireceğiz.
İngilizler, mağrûr ve kibrlidir. Onlar, kendi şahslarını ve vatanlarını ne kadar hurmete lâyık görürse, diğer in- sanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler.
İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır: Birincisi, İngi- lizler olup, Allahın insân olarak yaratdığı en mükemmel mahlûkun, kendileri olduğunu söylerler. İkincisi, beyâz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, hurmete lâyık olabileceklerini kabûl ediyorlar. Üçüncü kısm ise, birinci ve ikinci kısmın hâricinde kalan insânlardır. Bun- lar, insân ile hayvan arasında bir mahlûkdur. Bunlar, hur- mete lâyık olmadıkları gibi, hürriyyet, istiklâl ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhâssa İngilizler tarafından idâre edilmek için yaratılmışlardır.
İngilizler, bu gözle bakdıkları müstemlekelerdeki yerli ehâli ile birlikde yaşamazlar. Müstemlekelerinin her ye- rinde, İngilizlere mahsûs kulüpler, gazinolar, lokantalar, hamamlar, hattâ mağazalar vardır. Yerli ehâli buralara gi- remez.
20. nci asr başlarında Hindistâna yapmış olduğu sefer- leri ile meşhûr, Fransız muharrir Marcelle Perneau (Hin- distân seyâhatı notları)nda diyor ki:
(Avrupada şöhret bulmuş, hattâ ba’zı üniversitelerce – 78 –
kendisine profesörlük ünvânı verilmiş olan bir Hind âli- mine, Hindistândaki bir İngiliz kulübünde buluşmak üze- re söz vermişdim. Hindli gelmiş, fekat İngilizler, şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Bundan haber- dâr olunca, ısrârım üzerine Hindli ile kulübde görüşebil- dim.)
İngilizler, kendilerinden olmıyanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muâmeleler yapmışlardır.
En büyük müstemlekeleri olup, senelerce vahşîce, sa- distce zulm etdikleri Hindistânın Amritsar şehrinde [m. 1919] bir gün âyin sebebi ile toplanan hindûlar, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine hurmet etmezler. Misyoner, İngiliz general Dyere şikâyetde bulunur. Gene- ral derhâl askerlerine emr vererek, ma’bedde âyinle meş- gûl halkın üzerine ateş açdırır ve on dakîkada yediyüz ki- şi ölür. Binden ziyâde kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da iktifâ etmiyerek, ehâliyi üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Mes’ele Lond- raya şikâyet edilir. Hükûmet tahkîkât yapılmasını emr eder.
Tahkîkât için Hindistâna gelen müfettiş, generale mü- dâfe’asız halka ateş açdırmasının sebebini sorunca, gene- ral, (Buranın kumandanı benim. Buradaki askerî bir ic- râ’atı ben takdîr ederim. Öyle lüzûm gördüm ve emr et- dim.) cevâbını verince, müfettiş, (Pekâlâ, ehâlinin yüz üs- tü sürünmesini emr etmenizin sebebi nedir?) diye sorar. General, (Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri îcâb etdiğini anlatmak iste- dim) der. Müfettiş, halkın, alış veriş için dışarı çıkmak mecbûriyyetinde olduğunu söyleyince, general, (Bunlar insan olsalardı, sokakda yüzüstü sürünmezlerdi. Çünki, bunların evleri birbirine bitişik ve damları düzdür. Dam- lar üzerinde insan gibi yürürlerdi) cevâbını verir. Gene- ralin bu sözleri İngiliz basınında neşr edilince, general
– 79 –
kahraman i’lân edilir. [Dyer, Reginald Edward Harry 1281 [m. 1864] de doğdu, 1346 [m. 1927] de İngilterede öl- dü. Dünyâ târîhine (13 Nisan 1919 da Amritsar şehrinde İngiliz zulmüne karşı meydâna gelen olayları, şehri kan gölüne çevirerek basdıran meşhûr İngiliz general) diye geçdi. Hindistânın her yerinde İngilizler aleyhine büyük gösteriler yapılması üzerine vazîfeden alınarak, emekliye sevk edildi. Fekat, İngiliz Lordlar kamarası Dyerin yap- dıklarını medh-u senâ ile karşılayarak, ona yardım yapıl- masını kararlaşdırdı. İngiliz lordlarının, kontlarının diğer milletlere nasıl bir gözle bakdıkları burada da açıkca gö- rülmekdedir.]
İngilizlerin, halkı beyâz renkli ve aslen Avrupalı olan müstemlekelerini idâre şekli ile, halkı beyâz renkli olmı- yan ve yerli ehâlînin bulunduğu müstemlekelerini idâre şekli birbirinden farklıdır. Birincileri, imtiyazlı, hattâ kıs- mî muhtâriyete sâhibdirler. İkincileri ise, zulm altında in- lemekdedirler. (Dominyon) ismini verdikleri birinci kısm müstemlekeler, iç işlerinde muhtâr, dış işlerinde ise İngil- tereye bağlıdırlar. Bu müstemlekelere misâl olarak, Ka- nada, Avustralya, Yeni Zelanda... v.s. gösterilebilir.
Müstemleke işleri iki nezârete tevdî edilmişdir. Bunlar, Müstemlekeler nezâreti ve Hindistân nezâretidir. Müs- temlekeler nezâretinin başında, (Secretary of state for the Colonial department) (İngiliz müstemlekeler nâzırı) ün- vânını taşıyan kimse bulunur. Bu nâzırın iki müsteşarı ve dört muâvini vardır. Müsteşarın biri avam kamarasından olur. Diğer müsteşar ve muâvinleri devâmlıdır. İktidârın değişmesi ile bunlar değişmezler. Bu dört muâvinden biri, Kanada, Avustralya ve ba’zı adalar ile, ikincisi, Cenûbî Afrîka ile, üçüncüsü, şarkî ve garbî Afrika ile, dördüncü- sü ise Hindistân ile meşgûl olur.
İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzeri- ne kurulan İngiliz imperatorluğu, kendisine (üzerinde güneş batmayan devlet) ünvânını vermişdi. Kanada, Gü- ney Afrika, Yeni Zelanda, Fiji, Pasifik adaları, Papua,
– 80 –
Tonga, Avustralya, İngiliz Belucistanı, Birmanya, Aden, Somali, Borneo, Brunei, Sarawak, Hindistân, Pâkistân, Bengladeş, Malezya, Endonezya, Hong-Kong, Çinin bir kısmı, Kıbrıs, Malta, 1300 [m. 1882] de Mısr, Sûdan, Nijer, Nijerya, Kenya, Uganda, Zimbabwe, Zambia, Malawi, Bahama, Greneda, Guyana, Botswana, Gambia, Gana, Si- erra Leone, Tanzanya, Singapur gibi devletler İngilizlerin hegemonyası içine alındı. Bu dünyâ devletleri, hem dinle- rini, dillerini, örf ve âdetlerini gayb etdiler. Hem de yeral- tı ve yerüstü zenginlikleri İngilizler tarafından sömürüldü.
19. cu yüzyıldaki isti’lâları sonunda, dünyâ toprakları- nın yaklaşık dörtde birine, dünyâ nüfûsunun da, dörtde birinden ziyâdesine sâhib ve mâlik oldu.
İngiliz müstemlekelerinin en mühimi, sertâcı, Hindis- tân idi. İngilizlere cihân hâkimiyetini te’mîn eden, onun, üçyüz milyondan ziyâde nüfûsu [Bugün 700 milyondan zi- yâdedir.] ve nihâyetsiz tabî’î servetleridir. Sâdece birinci cihân harbinde, İngiltere bu müstemlekeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almışdır. Bunların çoğunu Osmânlı devletini parçalamak için kul- lanmışdır. Sulh zemânında ise, İngilterenin muazzam sa- nâyı’ini yaşatan, İngiliz iktisâdını [ekonomisini] ve mâli- yesini takviye eden Hindistândır. Hindistânın diğer müs- temlekelere nazaran çok ehemmiyyetli olmasının iki se- bebi vardır. Birincisi, dünyâyı sömürmelerine en büyük mâni’ olarak gördükleri İslâmiyyetin Hindistânda yayıl- ması ve burada müslimânların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistânın tabi’î zenginlikleridir.
Hindistânı muhâfaza edebilmek için, Hindistân yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabî’î zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımışdır.
Osmânlı imperatorluğundaki hareketleri titizlikle ta’kîb etmek ve çeşidli siyâsî oyunlarla Osmânlıları Rus-
– 81 – İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları - F:6
larla harbe sokarak, Hindistâna yardım elini uzatamıya- cak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, hâ- in İngiliz siyâsetinin esâsı idi.
Hindistâna ilk ayak basan Avrupalılar Portekizlilerdir. 904 [m. 1498] senesinde Hindistânın Malabar sâhilindeki Kalküta şehrine gelen Portekizliler, ticâret ile uğraşmış ve Hindistân ticâretini ellerine geçirmişlerdi. Dahâ sonra, Hollandalılar Hindistân ticâretini Portekizlilerden almış- lardır. Hollandalılardan da Fransızlar almışlar, fekat kar- şılarına İngilizler çıkmışdır.
Hindistândaki İslâm âlimlerinin büyüklerinden allâme Muhammed Fadl-ı Hak Hayrâbâdînin (Es-Sevret-ül-Hin- diyye) ya’nî (Hindistân ihtilâli) kitâbı ve bunun (El-yevâ- kît-ül-mihriyye) hâşiyesinde de zikr olunduğu üzere, İngi- lizler ilk olarak 1008 [m. 1600] senesinde, Hindistânın Kalküta şehrinde ticârethâneler açmak için Ekber Şâhdan izn aldılar.
Ekber Şâh, bozuk i’tikâdlı bir kimse idi. Bütün dinleri aynı derecede tutardı. Hattâ, muhtelif dinlere mensûb âlimleri toplıyarak, bu dinlerin karışımı, umûma şâmil ve müşterek bir din kurmaya çalışdı. (Dîn-i ilâhî) ismini ver- diği bu dîni 990 [m. 1582] de resmen i’lân etdi. Bu târîhden ölümüne kadar, bütün Hindistânda bilhâssa serâyda, İslâm âlimlerine i’tibâr azalmış ve Ekber Şâhın dînine temâyül edenler baştâcı yapılmışdır. İşte böyle bir zemânda, İngi- lizler Hindistâna girdiler. Birinci Şâh-ı Âlem Muhammed Behâdır Şâh bin Alemgîr zemânında Kalkütada arâzî sa- tın aldılar[1]. Bunları muhâfaza için asker getirdiler. 1126 [m. 1714] da Sultân Ferrûh Sîr Şâhı tedâvî etdikleri için, bü- tün Hindistânda toprak satın almalarına izn verildi. Müs- limân Hind hükümdârlarının ismlerini paralardan kaldır- dılar. 1253 [m. 1837] de İkinci Behâdır Şâh hükümdâr ol- du. İngilizlerin yapdıkları zulmlere dayanamayarak, 1274 [m. 1857] de, İngilizlere karşı askerlerin ve halkın teşvîki
[1] Birinci Şâh-ı âlem bin Âlemgîr 1124 [m. 1712] de vefât etdi.
– 82 –
ile büyük bir ayaklanma başlatdı. Böylece ismine para bas- dırmağa ve hutbe okutmağa muvaffak oldu ise de, buna karşı İngilizlerin tepkisi ve zulmü çok şiddetli oldu. İngiliz askerleri Delhî şehrine girince, evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağmaladılar. Genç, ihtiyâr, kadın erkek demeden bütün müslimânları, hattâ çocukları kılınçdan ge- çirdiler. İçecek su bile bulunamaz oldu.
[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde, kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Al- lahü teâlâ herşeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşken- ce edenlere dünyâda da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir. Bunların ve harbde ölenlerin ve kazâda ölen müslimânların hepsi şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni’metler verilecekdir. Âhıretde ni’mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din kitâblarında yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Re- sûlullah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun ma’nâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun Resûlüdür)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’ olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlim- ler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüşler- dir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken, ya- pılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabrde verile- cek olan Cennet ni’metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neş’elenir. Cennet ni’metlerine kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir) buyuruldu.]
İkinci Behâdır Şâhın komutanlarından Baht hân, Sul- tânı ordu ile birlikde çekilmeye râzı etdi ise de, İngilizle- rin gözüne girmek isteyen, Mirzâ İlâhî Bahş ismli başka bir komutan, Behâdır Şâha, ordudan ayrılıp teslîm olursa, İngilizleri suçsuz olduğuna, inandırabileceğini ve İngiliz- ler tarafından afv edileceğini söyleyerek, Behâdır Şâhı al-
– 83 –
datdı. Böylece Behâdır Şâh geri çekilen ordunun ana kıs- mından ayrılarak Delhînin içindeki Kal’a-i Muallâdan 10 kilometre uzakdaki Hümâyün Şâhın türbesine sığındı.
Ahlâksızlığı ve beceriksizliği ile meşhûr ve o sırada İn- giliz ordusunda istihbârât subaylığı yapan meşhûr papaz Hudson, bunu Receb Alî adındaki bir hâinden öğrenerek, durumu ordu kumandanı general Wilsona bildirdi. Yaka- lamak için yardım istedi. Wilsonun verebileceği paralı as- keri olmadığını bildirmesi üzerine, Hudson, kendisinin bu işi bir kaç kişi ile yapmasını teklîf ederek, sultânın teslîm olması için cânına ve âilesine dokunulmıyacağı te’mînâtı- nın verilmesi gerekdiğini bildirdi. Wilson bu teklîfi önce kabûl etmediyse de, sonradan kabûl etdi. Bundan sonra 90 kişi ile Hümâyûn Şâhın türbesine giden Hudson, Sultâ- na, oğullarına ve hânımına dokunulmayacağına dâir te’mînât verdi. Bu papaza aldanan Behâdır Şâh teslîm ol- du. Hudson, dahâ sonra sultânın iki oğlunu ve bir torunu- nu yakalamağa çalışdı. Fekat, Sultânın iki oğlunun ve to- rununun kalabalık muhâfızları olduğu için, yakalayamadı. General Wilsondan, bunlara da cânlarına dokunulmıya- cağına dâir te’mînât aldı. Hâin Hudson, Sultânın iki oğlu- na ve torununa çeşidli vâsıtalarla haber göndererek, ken- dilerine bir zarar gelmeyeceğine dâir te’mînât verdi. Bun- lar da, papazın yalanlarına aldanarak teslîm oldular. Hud- son, İngiliz siyâseti ve hîlesi ile kandırdığı, sultânın iki oğ- lu ve torununu ele geçirince, hemen zincire vurdu.
Şâhın iki oğlu ve bir torununu elleri bağlı olarak Delhî- ye getirirken yolda, Hudson genç şehzâdeleri soydurup, bizâtihi kendisi göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etdi. Kanlarından içdi. Bu genç şehîdlerin cesedlerini, halkı korkutmak için kal’a kapısına asdırdı. Bir gün sonra baş- larını, İngiliz genel vâlisi Henri Bernarda gönderdi. Son- ra, şehîdlerin etinden çorba yaparak şâha ve hanımına gönderdi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına aldılar. Fekat, ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çiğneyemedi- ler, yutamadılar. Kusdular, çorba tabaklarını yere bırakdı- lar. Hudson hâini, (Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yapdırdım) dedi.
– 84 –
1275 [m. 1858] senesinde, tahtından zorla indirilen İkin- ci Behâdır Şâh, ayaklanmaya ve Avrupalıların öldürülme- sine sebeb olmak suçlarından muhâkeme edildi. 29 Mart- da ömür boyu hapse mahkûm edildi ve Hind-i Çine [Ran- gona] sürgüne gönderildi. 1279 [m. 1862] senesi Kasım ayında, vatanından uzak bir ülkede, Gürgânî İslâm İmpe- ratorluğunun son sultânı Behâdır Şâh, zindanda hayâta gözlerini yumdu. Allâme Fadl-ı Hak da, 1278 [m. 1861] de, Andaman adalarındaki bir zindanda İngilizler tarafından şehîd edildi.
İngilizler 1294 [m. 1877] de, Osmânlı-Rus harbi sırasın- da, Hindistânı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet i’lân et- diler. Meşhûr İskoç mason locasına kaydlı Midhat Pâşa- nın Osmânlı devletini harbe sokması, İslâmiyyete yapdığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül’azîz Hânı şehîd etdirmesi de, İngilizlere yaradı.
İngilizler, kendi yetişdirdikleri adamları Osmânlı dev- letinde kıymetli mevki’lere getirmişlerdi. Bu devlet adam- ları, ismi Osmânlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafâ Reşîd Pâşa son sadrâzamlığında, altı günlük sadrâzam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hin- distân müslimânlarına yapdığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etdi. Dahâ önce de, Hindistândaki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslimânları basdırmak için, İngiltere- den gelen yardımın Mısrdan geçirilmesi için Osmânlılar- dan izn istediler. Bu izn de, yine masonlar vâsıtası ile ve- rildi.
Hindistânda İngilizler yeni mektebler açmadıkları gi- bi, İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün med- rese ve sıbyan mekteblerini de kapatmışlar, halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd etmiş- lerdir. Hattâ, talebeleri bile katl etmişlerdir. Burada 1391 [m. 1971] senesinde Hind ve Pâkistânı ziyâret eden bir ahbâbımızın anlatdığı küçük bir hâtırâyı nakl etmeyi uy- gun görüyoruz.
Hindistânda, Serhend şehrindeki İmâm-ı Rabbânî- – 85 –
nin ve diğer evliyânın “kaddesallahü sirreh” kabr-i şerîf- lerini ziyâretden sonra Pânipüt şehrine, oradan da Delhî- ye gitdim. Pânipütün en büyük câmi’inde Cum’a nemâzı- nı edâ etdikden sonra, imâm bizi müsâfir edip, evine gö- türdü. Yolda kalın bir zincirle halkalarından kilitlenmiş gâyet büyük bir kapı gördüm. Üzerindeki kitâbeyi oku- yunca, buranın bir sübyân mektebi [ilkokul] olduğunu an- ladım ve imâm efendiye, bu kapının niçin kilitli olduğunu sordum. İmâm efendi, 1367 [m. 1947] den beri kapalıdır. İngilizler hindûları kışkırtarak Pânipütdeki bütün müsli- mânları, kadın-erkek, ihtiyar-çocuk demeden katl etdirdi- ler. Bu mekteb, o günden beri kapalıdır. Bu zincir ve kilit bize, İngiliz zulmünü hâtırlatır. Bizler buraya sonradan muhâcir olarak gelip yerleşdik, dedi.
İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerin- de yapdıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, İs- lâm mekteblerini yok etdiler. Tâm din câhili bir gençlik yetişdirdiler. 1834 de Kalkütaya gelen meşhûr ingiliz Lord Macauley, fârisî ve arabî her dürlü kitâbın basılmasını ve yayılmasını, hattâ baskısına başlanılmış olanların bile bas- kısının durdurularak yasaklanmasını emr etmiş ve İngiliz- ler tarafından büyük destek görmüşdür. Bu zulmleri de, müslimânların hâkim olduğu yerlerde, bilhâssa Bengalde titizlikle tatbîk edilmişdir.
İngilizler, Hindistânda islâm medreselerini kapatırken, sekiz adedi kızlara mahsûs olmak üzere, yüzaltmışbeş ko- lej açmışlardır. Bu kolejlerde yetişdirdikleri talebeleri, ba- balarının dinlerine ve ecdâdlarına düşman etmişler, be- yinlerini yıkamışlardır. Hindistânda zulm ve vahşet yapan İngiliz ordusunun üçde ikisini, bu şeklde beyinleri yıkan- mış, kendi milletine düşman edilmiş, hıristiyanlaşdırılmış veyâ para ile satın alınmış yerli ehâlî teşkîl ediyordu.
1249 [m. 1833] kânûnları, misyonerlik fe’âliyyetlerinin gelişmesini sağlamış ve protestan dînî teşkîlâtı Hindistân- da kuvvetlenmişdi. Misyonerlik fe’âliyyetleri yayılmadan ve Hindistân tam olarak İngiliz hâkimiyyetine geçmeden
– 86 –
evvel, İngilizler müslimânların îmânlarına saygılı davran- mış, bayramlarda toplar atdırmış, câmi’ ve mescidlerin ta’mîrine yardımcı olmuş, hattâ câmi’, tekke, türbe ve medreselere âid islâm vakflarında vazîfe almışlardı. 1833 ve 1838 de İngiltereden gelen emrlerle İngilizlerin bu fe’â- liyyetleri yasaklanmışdır. İngilizlerin islâm dînine hücûm- larında tatbîk etdikleri siyâsetin, evvelâ dost görünerek, yardım ederek, müslimânları sevdiklerini, islâmiyyete hiz- met etdiklerini, her memleketde yayıp, dünyâ müslimân- larını aldatmak, buna muvaffak oldukdan sonra, islâmiy- yetin esâslarını, kitâblarını, mekteblerini, âlimlerini, ya- vaşca ve sinsice yok etmek olduğunu, bu fe’âliyyetleri açıkca göstermekdedir. Bu iki yüzlü siyâsetleri ile, müsli- mânlara en büyük düşmanlığı yapmakda, islâmiyyetin kö- künü kurutmakdadırlar. Dahâ sonra, İngilizceyi resmî li- sân olarak kabûl etmek ve hıristiyanlaşdırılmış yerli genç- ler yetişdirmek gayretleri artdı. Bu maksadlarla temâmen misyonerlerin kontrolünde olan mektebler açıldı. Hattâ, İngiliz başvekîli Lord Palmerston ve pek çok İngiliz lord- ları, Hindistân halkının hıristiyanlık ni’metlerinden fâide- lenmeleri için Allahın Hindistânı, İngilizlere verdiğini söylediler.
Lord Macauley, Hindistânda kan ve renk bakımından Hindli, fekat zevk, düşünce, inanç, ahlâk ve zekâ bakımın- dan İngiliz, bir cem’iyyet yetişdirilmesi için çok çalışdı ve desteklendi. Böylece misyonerler tarafından açılan mek- teblerde, İngiliz dil ve edebiyyâtı ve hıristiyanlık öğretil- mesine ehemmiyyet verildi. Fen bilgilerine (matematik, fizik, kimyâ, v.s.) hiç ehemmiyyet verilmedi. Böylece İngi- lizce lisânından ve edebiyyâtından başka hiç bir şey bilme- yen hıristiyanlaşdırılmış kimseler yetişdirildi. Bunlar me’mûr olarak istihdâm edildi.
Müslimân iken dinden çıkan mürted olduğu için ve Hindûlarca, dinlerinden dönen dinsiz kabûl edildiği için, hıristiyanlaşdırılan yerli gençler, âilelerinin mîrâsından bir hak alamıyorlardı. Misyonerler buna mâni’ olmak
– 87 –
için, 1832 de Bengal için, 1850 de de, umûm Hindistân için, bir kânûn çıkararak, hıristiyan olan yerli mürted ve dinsizlerin mîrâsdan pay almasını te’mîn etdiler. Onun için Hindliler, Hindistândaki İngiliz mekteblerine, (Şeytâ- nî Defter) ismini vermişlerdir. [Hindistânda ve Osmânlı- larda resmî dâire ve kuruluşlara (Defter) denilmekdedir.] 1344 [m. 1925] senesinde Hindistânı ziyâret eden Fransız muharrir Marcelle Perneau neşr etdiği kitâbında diyor ki: (Hindistânın birinci şehri olan Kalkütadaki sefâlet hak- kında, Pâris ve Londranın civârındaki batakhâne mahalle- leri aslâ bir fikr veremez. Kulübelerde insan ve hayvanlar birbirine karışmış, çocuklar ağlıyor, hastalar inliyor. Onla- rın yanında ispirto ve esrar içmekden bîtâb kalmış insan- ların, ölü gibi yerlerde yatdığını görürsünüz. İnsan bu ka- dar aç, sefîl, za’îf ve bîtâb vücûdları seyr ederken, ister is- temez bunların ne iş yapabileceklerini kendi kendine so- ruyor.
Fabrikalara doğru koşan bunca insana, fabrikalar ka- zançlarının ne kadarını tediye ediyor? İhtiyâç, meşakkat, sârî hastalıklar, içki ve esrâr, za’îf, mukâvemetsiz ehâlîyi kırıyor, yok ediyor. Dünyânın hiç bir yerinde, insan hayâ- tına karşı olan ilgisizlik, burada olduğu kadar hayâsızca olmamışdır. Hiç bir zahmet, hiç bir iş, ağır ve gayr-ı sıhhî kabûl edilmemekdedir. İşçi ölecekmiş ne zararı var? Ya- rın yerine derhâl diğeri geçer. İngilizlerin burada düşün- dükleri yegâne şey, istihsâli çoğaltmak ve çok para kazan- makdır.)
A.B.D. eski hâriciyye nâzırı Williams Jennings Bryan, İngiliz hükûmetinin Rusyadan dahâ zâlim ve dahâ aşa- ğı olduğunu delilleriyle zikr etmekde ve (Hindistânda İngiliz Hâkimiyyeti) kitâbının sonunda, (Hindistân ehâ- lîsinden, hayâtda olanlara refâh ve se’âdet bahş etdiğini iddiâ eden İngilizler, milyonlarca Hindliyi mezâra gön- dermişlerdir. Mahkemeler ve inzibât kuvvetleri te’sîs et- diklerini her yerde söyleyen bu millet, resmî bir yağma- cılıkla Hindistânı tâ iliklerine kadar soymuşdur. Soy-
– 88 –
mak kelimesi biraz ağır ise de, İngiliz idâresinin mel’âne- tini başka dürlü îzâh etmek mümkin değildir.
Hıristiyanlık iddiâ eden İngiliz kavminin vicdânı, esâ- ret zinciri altında inleyen Hind müslimânlarının istimdâd nidâlarını duymak istemiyor.)
Mister Hodberk Keombtun (Hindlinin Hayâtı) kitâ- bında şöyle demekdedir: (Efendileri [İngilizler] Hindliye zulm eder, o ise her şeyi yok oluncaya, ölünceye kadar ça- lışmağa, ona hizmete devâm eder.) Bu sözler, insâflı hıris- tiyanların, İngiliz vahşetini bildiren yazılarından birkaçı- dır.
İngilizlerin diğer müstemlekelerinde çalışdırılan Hind- li müslimân işçilerin vaziyyeti, dahâ da beterdi. 1834 sene- sinde İngiliz sanâyicileri, Afrika yerlileri yerine Hind işçi- si kullanmağa başladılar. Hindistândan Güney Afrika müstemlekelerine binlerce müslimân nakl ediliyordu. (Kuli) ismi verilen bu işçilerin vaziyyeti, kölelerin vaziy- yetinden dahâ fenâ idi. Bunlar (İndentured Labour) (Söz- leşmeli iş) denilen bir üsûle tâbi’ tutulur. Buna göre, (ku- li) beş sene müddet ile te’ahhüt altına girmekde idi. Bu ze- mân içerisinde kuli, işini terk edemez, evlenemez, gece gündüz kırbaç altında çalışmak mecbûriyyetindedir. Ayrı- ca senelik, üç İngiliz altını da vergi vermekle mükellefdir. (Bunlar (Labour in India), (Post-Lecturer in the Univer- sity of New-York)un yazıları ile bütün dünyâya i’lân edil- mekdedir.)
Meşhûr Gandi, tahsîlini İngilterede yaparak, Hindis- tâna dönmüşdür. Hıristiyanlaşdırılmış bir Hindlinin, hat- tâ Porbandar şehrinin baş papazının oğludur. 1311 [m. 1893] de, Hindistândaki bir İngiliz şirketi, onu Güney Af- rikaya gönderdi. Oradaki Hindlilerin ne kadar ağır şart- lar altında çalışdıklarını, ne kadar fenâ muâmele gördük- lerini müşâhede edince, İngilizlerle mücâdeleye başladı. İngilizler tarafından yetişdirilmiş, hattâ hıristiyanlaşdı- rılmış bir kimsenin oğlu olduğu hâlde, İngiliz zulmüne,
– 89 –
vahşetine dayanamadı. İlk şöhretine de, burada kavuş- muşdu.
İngilizlerin bütün İslâm âleminde ta’kîb etdikleri siyâ- setin temeli ve aslı şu üç kelimedir. (Parçala, hâkim ol ve dinlerini imhâ et.)
Bu siyâsetin îcâb etdirdiği hiç bir şeyi yapmakdan çe- kinmemişlerdir.
Hindistânda da ilk işleri, kendilerine hizmet edecek kimseler bulmak oldu. Bu kimseleri kullanmak sûreti ile fitne ateşini yavaş yavaş yakdılar. Bunun için, müslimânla- rın hâkimiyyetinde yaşayan hindûları kullandılar. Müsli- mânların adâleti altında yaşayan hindûlara, Hindistânın hakîkî sâhiblerinin hindûlar olduğunu, müslimânların hin- dû tanrılarını kurban etdiğini, buna mâni’ olmak lâzım gel- diğini telkîn etdiler. Hindûları kendi saflarına geçirdiler. Onlardan paralı askerler istihdâm etdiler. Böylece, Kraliçe Elizabetin emr etdiği ordu kurmak işi teşekkül ederken, hindû cehâleti ile İngiliz İslâm düşmanlığı ve para hırsı da birleşdirilmiş oluyordu. Müslimân vâlîlerle hindû mihrâce- lerin araları açılarak harbler çıkarıldı. Müslimânlar içeri- sinde za’îf i’tikâdlı kimseler satın alındı.
Kendisi bir kaç kerre kral nâibi ve (Hindistân teşkîlâtı) a’zâsı olan meşhûr İngiliz Sir John Strachey müslimân- hindû düşmanlığı husûsunda diyor ki: (Hâkim olmak ve tefrîka sokmak için, yapılacak her şey, hükûmetimizin si- yâsetine uygundur. Hindistândaki siyâsetimizin en büyük yardımcısı, burada yan yana iki düşmanın bulunmasıdır). Bu düşmanlığı büyüten İngilizler, 1164 [m. 1750] senesin- den 1287 [m. 1870] senesine kadar, devâmlı hindûları des- teklediler ve onlarla berâber büyük müslimân katl-i âmla- rı yapdılar.
1858 senesinde başlayan müslimân hindû çarpışmala- rı büyüyerek devâm etdi. Hindûları müslimânların üzeri- ne saldırtır, sonra da oturur neş’e ile seyr ederlerdi. 1990 senesinde de, sırpları Bosnada müslimânlar üzerine sal-
– 90 –
dırtdılar. Sokaklarda müslimân çocukların, kızların, kan- ları akarken, ingilizler neş’e ile, kahkaha ile seyr ediyor- lar. Hindistânda hiç bir sene geçmemişdir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müsli- mânın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi kö- rüklemek için, müslimânlar arasında bir tarafdan inek kesmenin 7 tâne koyun kesmekden dahâ efdal olduğunu yaydılar. Diğer tarafdan da, hindûlar arasına, inek tanrıla- rını ölümden kurtarmanın çok sevâb olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistândan çekildikden sonra da devâm et- mişdir. Buna misâl olarak baş vekil Musaddık zemânında, Îrânda neşr edilen (İttilâ’ât) mecmû’asında okuduğumuz bir hâdiseyi zikr edelim:
(Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki müslimân, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindû ma- hallesinden geçerlerken, bir hindû önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindû, (Ey ehâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler) di- ye bağırır. Müslimânlar da, (Ey müslimânlar, yetişin kur- bânımızı elimizden alıyorlar) diye feryâd eder. Hindûlarla müslimânlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslimân katl edilir. Fekat, ineği hin- dû mahallesinden geçiren iki kişinin, İngiliz sefâretine gir- dikleri görülür. Bu hâl gösteriyor ki, bu fitneyi çıkaranlar İngilizlerdir. Bunları yazan muharrir dahâ sonra, biz sizle- rin bir kurban bayrâmını müslimânlara nasıl zehr etdiğini- zi iyi biliyoruz demekdedir.) Böyle sayısız fitneler ve zulm- ler ile, müslimânları imhâ etmeğe çalışdılar.
Hindûların, kendilerine karşı yavaş yavaş baş kaldır- dıklarını görünce, 1287 [m. 1870] den sonra da, müslimân- ları hindûlara karşı desteklemeğe başladılar.
Kılıç ile cihâdın farz olmadığını söyleyen, İslâmiyye- tin harâm kıldığı şeylere halâl diyen, dîni ve îmânı değiş- dirmeğe çalışan, müslimân ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanları yetişdi. Sir Seyyid Ahmed, Gulâm Ahmed Kâdıyânî, Abdüllah Gaznevî, İsmâ’îl-i Dehlevî, Nezîr
– 91 –
Hüseyn Dehlevî, Sıddık Hasan hân Pehûpâlî, Reşîd Ah- med Kenkühî, Vahîd-üzzemân Haydar âbâdî, Eşref-Alî Tehânevî ve şâh Abdül’azîzin torunu Muhammed İshak bunlardandır. Bunları destekleyerek, yeni yeni bozuk fır- kaların zuhûrunu sağladılar. Müslimânların bu fırkalara uymaları için çalışdılar.
Bu fırkaların en meşhûru, 1296 [m. 1879] da kurulan (Kâdıyânîlik) olup, kurucusu olan Gulâm Ahmed; top, kı- lıç ile cihâdın farz olmadığını, farz olan cihâdın nasîhat ile olduğunu, söyledi. İngiliz câsûsu Hempher de, Necdli Mu- hammede böyle söylüyordu.
Gulâm Ahmed, İsmâ’îlî fırkasından bir zındık idi. 1326 [m. 1908] de öldü. İngilizler bunu bol para ile satın aldılar. Önce (Müceddid) olduğunu, sonra, (Mehdî) olduğunu söyledi. Nihâyet, (Peygamber) olduğunu iddiâ ederek ye- ni bir din getirdiğini i’lân etdi. Aldatdığı kimselere (üm- metim) dedi. Kur’ân-ı kerîmde, bir çok âyetlerin kendisi- ni haber verdiğini, bütün Peygamberlerin mu’cizelerinden dahâ çok mu’cizesi olduğunu söyledi. Kendisine inanma- yanlara kâfir dedi. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombayda câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupada ve Ame- rikada (Ahmediyye) ismi altında kâdıyânîliğin yayıldığı görülmekdedir.
Sünnî müslimânlar, kâfirlere karşı silâh ile cihâdın farz olduğunu ve İngilizlere hizmetin küfr olduğunu söylüyor- lardı. Bu husûsda va’z eden, nasîhat veren müslimânlara şiddetli cezâlar veriliyor, çoğu katl ediliyordu. Ehl-i sün- net kitâbları toplanıp imhâ edildi.
Satın alamadıkları ve kendi emellerine hizmet etdire- medikleri islâm âlimlerini, müslimânlardan uzaklaşdırır- lardı. Onlar i’dâm edildikleri zemân kahraman olurlar korkusu ile, Andaman adasındaki meşhûr zindanlarda müebbed hapse mahkûm ederlerdi. Büyük ihtilâli se- beb göstererek, Hindistânın her yerinden topladıkları is- lâm âlimlerini yine oraya göndermişlerdi. [Birinci cihân
– 92 –
harbinden sonra İstanbulu işgâl etdikleri zemân da, Os- manlı pâşalarını ve âlimlerini Malta adasına sürgün etmiş- lerdi.]
İslâmiyyete düşmanlıklarını, müslimânların anlama- ması için, Hindistânın (dâr-ül-harb) değil, (dâr-ül-islâm) olduğuna dâir fetvâlar aldılar. Bu fetvâları her yere yaydı- lar.
Kendileri tarafından yetişdirilen âlim ismli münâfıklar, Osmânlı pâdişâhlarının halîfe olmadığı, halîfeliğin Ku- reyşlilerin hakkı olduğu, Osmânlı sultânları onu gasb et- dikleri için onlara itâ’at edilmeyeceği fikrini yaydılar.
[(Halîfe, Kureyş kabîlesinden [onların evlâdlarından] olacakdır) hadîs-i şerîfi, halîfe olmağa lâyık, halîfelik şart- larına mâlik olanlar arasında, Kureyşden [meselâ seyyid] de varsa, onu tercîh ediniz demekdir. Bu yoksa, başkası intihâb olunur. Halîfe seçilemeyip veyâ seçilen halîfeyi kabûl etmeyip, kuvvet ile, şiddet ile, hükûmeti ele geçire- ne itâ’at edilir. Yeryüzünde, bir halîfe olur. Bütün müsli- mânların buna itâ’at etmeleri lâzımdır.]
Dînî tedrîsâtı yok ederek, İslâmiyyeti içerden yıkabil- mek için, Aligarhda İslâm bilgilerinin öğretildiği bir med- rese ve Aligarh İslâm üniversitesini açdılar. Buradan din câhili ve İslâm düşmanı din adamları yetişdirdiler. Bunla- rın İslâmiyyete zararları pek büyük oldu. Burada tahsîl görenlerden seçdiklerini İngiltereye gönderirler, İslâmı içerden yıkacak bir hâle getirdikden sonra, müslimânların başına geçirirlerdi. Eyyüb hân bunlardan olup, M.Cinna- hın yerine Pâkistân devlet başkanı yapılmışdır.
İngilizler, ikinci cihân harbinden gâlib çıkmış gibi görü- nüyorsa da, hakîkatde mağlûb olmuşlardır. Çünki, kendi- lerinin (üzerinde güneş batmıyan ülke) ismini vermiş ol- dukları İngiltere, (üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke) hâline gelmişdir. Müstemlekelerinin çoğunu gayb etmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuşdur.
Pâkistâna devlet başkanı yapdıkları Alî Cinnâh şî’î ve – 93 –
İngiliz tarafdârı idi. 1367 [m. 1948] de ölünce, yerine geçen Eyyûb hân mason idi. Darbe yaparak idâreyi ele geçirdi. Bu kâfirin yerine gelen general Yahyâ hân da, koyu kızıl- baş idi. 1392 [m. 1972] başında (Pâkistân-Hind) harbinde mağlûb olup, doğu Pakistân elinden gidince, habs edildi. Yahyâ hândan sonra hükûmeti Zülfikâr Alî Butto devral- dı. Bu da tahsîlini İngilterede yapmış, İngiliz ajanı olarak yetişdirilmişdi. 1974 de muhâliflerinin öldürülmesini emr etdiği için, i’dâm edildi.
Zülfikâr Alî Buttoyu devirerek yerine geçen Ziyâ-ül- Hak, İslâm düşmanlarının müslimânlar için neler düşün- düklerini, müslimânları ve İslâmiyyeti yok etmeğe çalış- dıklarını anlayarak, onların arzû etdikleri şeyleri yapma- dı. Vatanının fende ve teknikde, san’atda ilerlemesi için uğraşdı. Ferd, âile, cem’iyyet ve milletin refâh ve se’âdeti- nin tek kaynağının İslâmiyyet olduğunu iyi anladığı için, kanûnlarının islâmiyyete uygun olmasını istedi. Bu istedi- ğini Pâkistân milletine sordu. Yapılan referandumda Pâ- kistân ehâlîsi topyekûn müsbet rey kullandı.
İngilizlerin yetişdirdiği uşaklar, Ziyâ-ül-Hakkı bütün ma’iyyeti ile berâber bir suikastda şehîd etdiler. Sonra başbakan olan Alî Buttonun kızı Benâzir, devlet ve millet ve İslâmiyyet aleyhine yapdıkları cürmlerden dolayı ha- pishânelere atılmış olan bütün hâinleri serbest bırakdı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pâkistânda karışıklıklar, kavgalar başladı. İngilizlerin arzûları gerçek- leşmiş oldu.
İngilizler, birinci ve ikinci cihân harbleri sonunda, bir- çok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve İngiliz menfe’atlerini koruyan kimseleri iş başına getir- diler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fekat din hürriyyetine kavuşamamışlar- dır.
Son üç asrda, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır.
– 94 –
Osmânlı Devletini yıkdılar. Osmânlı İmperatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devletler kurdular. Bu- nun sebebi müslimânların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni’ olmakdı.
İslâm ülkeleri diye ismlendirilen memleketler arasında devâmlı birbirlerine düşmanlıkları ve harbleri kışkırtdılar. Meselâ, sünnî müslimânların büyük ekseriyyeti teşkil et- dikleri Sûriyede, % 9 olan nusayrîleri hâkim yapdılar. 1982 senesinde Hama ve Humus şehrlerine ordu birlikle- riyle hücûm edilmiş, iki şehr yerle bir edilerek, silâhsız, müdâfe’asız sünnî müslimânlar bombalanmışdır.
Hakîkî Ehl-i sünnet âlimleri öldürüldü, İslâm kitâbları hattâ, Kur’ân-ı kerîmler bile yok edildi. Bu İslâm âlimle- rinin yerine, kendileri tarafından yetişdirilen din câhili mezhebsiz kimseleri getirdiler. Bunlardan:
(Cemâleddîn-i Efgânî) 1254 [m. 1838] de Efganistân- da doğdu. Felsefe kitâbları okudu. Efganistâna karşı Ruslar için câsûsluk yapdı. Mısra geldi. Mason ve mason locası reîsi oldu. Mısrlı Edip İshak, (Ed-dürer) kitâbın- da, bunun Kâhire mason locası reîsi olduğunu yazmak- dadır. 1960’da Fransada basılan, (Les franço-maçons) kitâbının 127. ci sahîfesinde, (Mısrda kurulan mason lo- calarının başına, Cemâleddîn-i Efgânî ve ondan sonra Muhammed Abduh getirildi. Bunlar, masonluğun müsli- mânlar arasında yayılmasına çok yardım etdiler) demek- dedir.
Sultân Abdülmecîd ve Sultân Abdül’azîz hân zemân- larında beş def’a sadr-ı a’zam olan Âlî Pâşa, İngiliz loca- sına bağlı mason idi. Efgânîyi İstanbula getirdi. Vazîfe verdi. O zemân İstanbul (Dâr-ül-fünûn) ya’nî üniversite rektörü bulunan ve kâfir olduğuna fetvâ verilen, mason Hasen Tahsin tarafından Efgânîye bir çok konferanslar verdirildi. Hasen Tahsin de, yine İngiliz mason locasına kayıdlı sadr-ı a’zam Mustafâ Reşîd pâşa tarafından ye- tişdirilmişdi. Sapık fikrlerini her yere yaymağa çalışdı.
– 95 –
Zemânın şeyh-ul-islâmı Hasen Fehmi efendi, Cemâled- dîni rezîl etdi. Câhilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. Âlî Pâşa, bunu İstanbuldan çıkarmağa mecbûr oldu. Mısrda ihtilâl ve dinde reform fikrleri aşılamağa çalışdı. (A’râbî Pâşa) vak’asını hâzırlıyanlarla birlikde İngilizle- re karşı göründü. Mısr müftîsi Muhammed Abduh ile dost oldu. Dinde reform fikrlerini ona aşıladı. Pârisde ve Londrada masonların yardımı ile mecmû’a [dergi] çıkar- dı. 1304 [m. 1886] de Îrâna geldi, orada da râhat durma- dı. Zincirlere bağlanarak Osmânlı hudûduna bırakıldı. Bağdâda, Londraya gitdi. Îrân aleyhine yazılar yazdı. Tekrar İstanbula geldi. Burada da Îrândaki Behâîler ile işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etdi.
Cemâleddîn-i Efgânînin, din adamı perdesi altında, İs- lâmı içerden yıkmak propagandalarına aldananların en meşhûru (Muhammed Abduh)dur. Abduh 1265 [m. 1849] de Mısrda tevellüd ve 1323 [m. 1905] de orada vefât et- di. Bir müddet Beyrûtda bulundu. Oradan Pârise gitdi. Orada Cemâleddîn-i Efgânînin, masonlar tarafından çi- zilen çalışmalarına katıldı. (El-urvet-ül-Vüskâ) mec- mû’asını çıkardılar. Beyrûta ve Mısra gelerek Parisdeki mason locasının karârlarını tatbîk etmeğe çalışdı. İngiliz- lerin yardımı ile Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete sal- dırmağa başladı. İlk iş olarak, Câmi’-ül ezher medrese- si ders programlarını bozmağa, gençlere kıymetli bilgi- lerin okutulmasını önlemeğe başladı. Üniversite kısmın- daki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısmdaki kitâblar, yüksek sınıflarda okutuldu. Bir tarafdan ilmi kaldırırken, diğer tarafdan İslâm âlimlerini kötüliyerek, bu âlimlerin fen bilgilerine mâni’ olduklarını, bu bilgileri İslâma so- kacağını iddiâ etdi. (İslâmiyyet ve nasrâniyyet) kitâbın- da, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişikdir) de- miş, yehûdî, hıristiyan ve müslimânların, birbirlerini des- teklemelerini istemişdir. Londrada, bir papaza yazdığı mektûbda, (İslâmiyyet ve hıristiyanlık gibi iki büyük dî- nin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zemân,
– 96 –
Tevrât ve İncîl ve Kur’ân birbirlerini destekleyen kitâblar olarak her yerde okunur ve her milletce saygı görür) de- mişdir. Müslimânların Tevrât ve İncîl okuyacakları zemâ- nı beklemekde olduğunu ifâde etmişdir.
Câmi’ül-Ezherin müdîri (Şaltut) ile yapdığı Kur’ân-ı kerîm tefsîrinde, banka fâizinin meşrû’ olduğuna fetvâ vermişdir. Dahâ sonra müslimânların ağır baskıları karşı- sında, bu fetvâsından rücû’ eder görünmüşdür.
Beyrutdaki mason locasının başkanı Hannâ Ebû Râşid, 1381 [m. 1961] de yayınladığı (Dâire-tül-me’ârif-ül-maso- niyye) kitâbının 197. nci sahîfesinde, (Cemâleddîn-i Efgânî, Mısrda mason locası reîsi idi. Âlimlerden ve devlet adam- larından üçyüze yakın üyesi vardı. Ondan sonra, imâm üs- tâd Muhammed Abduh reîs oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk rûhunu arab memleketlerine yaydı- ğını kimse inkâr edemez) demekdedir.
İngilizlerin İslâm âlimi olarak Hindistânın her yerinde övdükleri kâfirlerin en meşhûrlarından biri Sir Seyyid Ahmed Hândır. 1234 [m. 1818] de Delhîde doğdu. Baba- sı, Ekber şâh zemânında Hindistâna gelmişdi. 1837 de Delhîde İngiliz mahkemesinde hâkim olan amcasının ya- nında kâtib olarak işe başladı. 1841 de hâkim, 1855 de ise yüksek hâkim yapıldı.
Hindistânda İngilizlerin yetişdirdiği din adamlarından biri de Hamîdullahdır. 1326 [m. 1908] de İsmâ’îli fırkasın- da olanların ekseriyyet olduğu Haydarâbâdda tevellüd etdi. İsmâ’îli mezhebinde, koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişdi. Pârisde, CNRS ilmî araşdırma a’zâsı idi. 1424 [m.2003] de öldü. Muhammed aleyhisselâmı, sâdece müslimânların peygamberi olarak tanıtmağa çalışmakda- dır.
İngilizlerin islâmiyyeti yok etme savaşında, vatanı- na, milletine dînine hizmet etmek isteyen müslimânları aldatmak için kullandıkları en te’sîrli silâhları, İslâmiy- yeti asra uydurmak, modernleşdirmek, İslâmiyyetin as-
– 97 – İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları - F:7
lını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yer- leşdirmek idi. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafâ Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için, (Mezhebsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür) buyura- rak, İslâm düşmanlarının arzûlarını, gâyelerinin ne oldu- ğunu çok iyi anlatıyordu.
İngilizler ve islâm düşmanları, tekkeleri ve tesavvuf yollarını ifsâd etmek için de, çok çalışdılar. İslâmiyyetin üçüncü kısmı olan ihlâsı yok etmeğe uğraşdılar. Tesav- vuf büyükleri aslâ siyâset ile uğraşmaz, kimseden bir menfe’at beklemezlerdi. Tesavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünki tesavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demekdir. Ya’nî her sözünde, her işinde, her şeyde islâmiyyete ya- pışmakdır. Fekat, uzun zemândan beri, câhiller, fâsıklar, hattâ bir çok ajanlar, alçak maksadlarına kavuşmak için, tesavvuf büyüklerinin ismlerini âlet olarak kullanıp, çe- şidli ocaklar kurmuş, ahkâm-ı islâmiyyenin, dînin bozul- masına, yıkılmasına sebeb olmuşlardır. Zikr, Allahü te- âlâyı hâtırlamak demekdir. Bu da kalb ile olur. Zikr edince, kalb temizlenir. Ya’nî, kalbden dünyâ sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Bir çok kimselerin kadın, erkek, bir araya toplanarak hayhuy et- mesi zikr değildir. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Mezhebsiz ve tesavvuf düşmanı olan Ah- med İbni Teymiyye islâm âlimi i’lân edildi. Bunun yo- lunda olarak (Vehhâbîlik) fırkası kuruldu. İngilizlerin yardımı ile, Vehhâbî kitâbları bütün dünyâdaki (Râbita- tül-âlem-il islâmî) dedikleri vehhâbî merkezleri vâsıtası ile her memlekete yayıldı. Her memleketde yapdıkları büyük binâlara (İbni Teymiyye medresesi) levhâları asdı- lar. İbni Teymiyyenin kitâblarındaki sapık fikrlerle, ingi- liz câsûsu Hempherin yalan ve iftirâlarının karışımına (Vehhâbîlik) denildi. Hakîkî müslimân olan (Ehl-i sün- net) âlimleri, İbni Teymiyyenin kitâblarının bozuk olduk- larını bildiren çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan biri, So-
– 98 –
mali âlimlerinden, şeyh Abdürrahmân Abdüllah bin Mu- hammed Herrînin (El-makâlâtüs-sünniyye fî keşfi-dalâ- lât-i Ahmed İbni Teymiyye) kitâbıdır. Kendisi Somalide Herer şehrinde 1339 [m. 1920] senesinde tevellüd etmiş- dir. Kitâbı 1414 [m. 1994] de Beyrutda basdırılmışdır. Bu kitâbda, İbni Teymiyyeyi red eden âlimler ve bunların kıymetli kitâbları uzun bildirilmekdedir. İngilizler tarafın- dan te’sîs edilen Vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, Kâdîyânî, Mevdûdî ve Teblîg-ı cemâ’at ismi altındaki bozuk yolların hepsinde tesavvuf düşmanlığı vardır.
İslâm düşmanları bilhâssa İngilizler, her dürlü vâsıtala- rı kullanarak müslimânları ilmde ve fende geri bırakdılar. Müslimânların ticâret ve san’atlarına mâni’ olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyyetini ortadan kaldırmak, gençlerin islâm ilmlerini öğrenmeleri- ne mâni’ olmak için içki, fuhş, eğlence, kumar, top oyun- ları gibi illetler yaygınlaşdırıldı. Ahlâkı bozmak için, rûm, ermeni ve diğer gayr-i müslim kadınlar birer ajan gibi ça- lışdırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tu- zağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsda müslimân anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmek- dedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.
Osmânlı devleti son zemânlarda, Avrupaya tahsîl için talebeler ve devlet adamları gönderdi. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba’zıları aldatıldı, mason yapıl- dı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, İslâmiyyeti ve Osmânlı imperatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Bunlardan imperatorluğa ve müslimânlara en büyük zarârı dokunan kimse, Mustafâ Reşîd pâşa oldu. Lond- rada bulunduğu zemân azılı ve sinsi bir İslâm düşmanı olarak yetişdirildi. İskoç masonları ile el ele verdi. Sul- tân Mahmûd hân, mason Reşîd pâşanın ihânetlerini gö- rerek îdâmını emr etdi ise de, ömrü vefâ etmedi. Sultâ-
– 99 –
nın vefâtından sonra, İstanbula dönen Reşîd pâşa ve ar- kadaşları, İslâmiyyete ve müslimânlara en büyük zararı yapdılar.
1255 [m. 1839] de pâdişâh olan Abdülmecîd hân, henüz on sekiz yaşındaydı. Genç ve tecrübesizdi. Etrâfındaki âlimlerden, kendisini îkaz eden de olmadı. Bu hâl, Os- mânlı târîhinde korkunç bir dönüm noktası olmuş, koca İslâm devletinde (Yok olma devri)ni başlatmışdır. Sâf, te- miz kalbli pâdişah, azılı ve sinsi İslâm düşmanı olan İngi- lizlerin tatlı dillerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiş- dirdikleri câhilleri işbaşına getirdi. Bunların devleti ve is- lâmiyyeti içerden yıkmak siyâsetlerini hemen anlıyamadı. Bir anlatan da olmadı. İslâmiyyeti yıkmak için İngilterede kurulmuş olan (İskoç mason teşkilâtı)nın kurnaz üyesi Lord Redcliffe İstanbula, İngiliz sefîri olarak gönderildi. Mustafâ Reşîd pâşanın sadr-ı a’zam yapılması için, Lord Redcliffe sultâna çok dil dökdü. (Bu aydın, kültürlü ve ba- şarılı vezîri sadr-ı a’zam yaparsanız, İngiltere imperatorlu- ğu ile Devlet-i aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kal- kar. Devlet-i aliyye ekonomik, sosyal ve askerî sâhalarda ilerler) diyerek halîfeyi aldatdı.
1262 [m. 1846] de sadr-ı a’zam olan mason Reşîd pâ- şa, iş başına gelir gelmez, 1253 de, hâriciyye nâzırı iken, Lord Redcliffe ile el ele verip, hâzırlamış olduğu ve 1255 de i’lân etdiği (Tanzîmât) kanûnuna istinâd ederek, bü- yük vilâyetlerde mason locaları açdı. Câsûsluk ve hiyâ- net ocakları çalışmağa başladı. Gençler, din câhili olarak yetişdirildi. Londradan alınan plânlarla, bir yandan idâ- rî, zirâî, askerî değişiklikler yapdılar. Bunlarla gözleri bo- yadılar. Öte yandan da, İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamağa başladılar. Yetişdirdikleri kim- seleri işbaşına getirdiler. Bu senelerde Avrupada, fizik, kimyâ üzerinde dev adımlar atılıyor. Yeni buluşlar, iler- lemeler oluyor. Büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harb vâsıtaları kuruluyordu. Osmânlılarda bun- ların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri med-
– 100 –
reselerde okutulmakda olan fen, hesâb, hendese, astrono- mi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmeleri- ne mâni’ oldular. Sonradan gelen İslâm düşmanları da, din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek müslimân yavrularını İslâmiyyetden uzaklaşdır- mağa çalışdılar. İslâmiyyete ve müslimânlara zararlı olan, islâmiyyetin öğrenilmesine mâni’ olan şeylere asrîlik, ile- ricilik dediler. Çıkardıkları her kanûn müslimânların, dev- letin aleyhine idi. Vatanın asl sâhibi olan müslimân türk- ler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi.
Askere gitmeyen müslimânlara, çok kimsenin ödeye- miyeceği büyük bir para cezâsı getirilmişken, gayr-i müs- limlerden çok cüz’î bir para alındı. Bu vatanın evlâdları, İngilizlerin tezgâhladıkları harblerde şehîd olurken, Reşîd pâşanın ve yetişdirdiği masonların oyunları netîcesinde, memleketin sanâyi’ ve ticâreti gayr-i müslimlerin ve ma- sonların eline geçdi.
İngilizler, Rus çarı birinci Nikolanın, Kudüsde kato- liklere karşı ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdenize inmesini istemeyen Fransa impera- toru üçüncü Bonapartı da, Türk-Rus Kırım Harbine sü- rüklediler. Kendi çıkarları için yapdıkları bu işbirliği, Türk milletine, mason Reşîd pâşanın diplomatik zaferle- ri olarak tanıtıldı. Düşmanların bu yaldızlı reklâmlar ve sahte dostluklarla örtmeğe çalışdıkları imhâ hareketleri- ni, herkesden önce anlıyan sultân, çok zemân serâyında hüngür hüngür ağlardı. Memleketi, milleti kemiren düş- manlara karşı koymak için tedbirler arar ve Allahü teâ- lâya yalvarırdı. Bu sebeble, mason Reşîd pâşayı, bir kaç kerre sadr-ı a’zamlıkdan uzaklaşdırdı ise de, kendisine (koca), (büyük) gibi ismler takan bu kurnaz adam, ra- kîblerini devirip, tekrar işbaşına gelmesini becerirdi. Ne yazık ki, sultân keder ve üzüntüsünden tüberküloza ya- kalanıp genç yaşında vefât etdi. Sonraki senelerde, dev- let koltuklarını kapışanlar ve üniversite hocalıklarına,
– 101 –
mahkeme başkanlıklarına getirilenler, hep mason Reşîd pâşanın yetişdirmeleridir. Böylece (Kaht-ı ricâl) devri açılmasına ve Osmânlılara (Hasta adam) denilmesine se- beb oldu.
İktisâd profesörlerinden Ömer Aksu, 22 Ocak 1989’da Türkiye gazetesinde neşr edilen beyânatında, (Bizde batı- lılaşma hareketinin başlangıcı olarak 1839 Tanzîmât fer- mânı gösterilir. Biz batıdan almamız gereken şeyin tekno- loji olduğunu, kültürün ise, millî olması gerekdiğini göre- memişiz. Batılılaşma hareketine, hıristiyanlığı benimseme olarak bakmışız. Mustafâ Reşîd pâşanın İngilizlerle yapdı- ğı ticâret anlaşması, sanâyi’leşmemize en büyük darbeyi vurmuşdur) demekdedir.
Osmânlı imperatorluğunda, İskoç masonlarının hâki- miyyeti devâm etdi. Pâdişâhlar şehîd edildi. Vatanın ve milletin hayrına olan her işe karşı çıkıldı. İsyânlar, ihtilâl- ler birbirini ta’kîb etdi. Bu vatan hâinleri ile en büyük mücâdeleyi yapan Cennet mekân Sultân Abdülhamîd hân-ı sânî oldu. Bunun için, masonlar tarafından (Kızıl Sultân) i’lân edildi. Sultân Abdülhamîd, imperatorluğu iktisâden yükseltiyor, pek çok mektebler ve üniversiteler açıyor, memleketi i’mâr ediyordu. Viyanadan başka bir eşi Avrupada bulunmıyan modern tıp fakültesi yapdırdı. 1293 [m. 1876] de Siyâsal bilgiler fakültesi yapıldı. 1297 de Hukuk fakültesi ve Sayıştayı kurdu. 1301 de yüksek mühendis mektebi ve yatılı kız lisesi kurdu. Avrupaya tahsîl için giden talebelerin masonlar tarafından aldatıl- malarına mâni’ olmak için, Avrupalı profesörler ve fen adamlarını, çok yüksek maâş vererek İstanbula getirtdi. Bu üniversitelerde ders verdirdi. Kız talebelerin de, bu hocalardan fen dersleri okumasını te’mîn etdi. Vatanına, milletine, dînine bağlı ilm ve fen adamları yetişdirdi. Ter- kos gölünün suyunu İstanbula getirtdi. Bursada ipekcilik mektebini, İstanbulda Halkalı zirâat ve baytar mektebi- ni açdırdı. Hamidiyye kâğıd fabrikası, Kadıköy havaga- zı fabrikası ve Beyrut limanı rıhtımını yapdırdı. Osmân-
– 102 –
sigorta şirketini kurdurdu. Ereğli, Zonguldak kömür ocaklarını te’sîs etdi. Akl hastahânesi ve Şişlide Hamidiy- ye Etfâl hastahânesi ve Dâr-ül-acezeyi yapdırdı. Orduyu yeniden kuvvetlendirdi. Zemânında dünyânın en büyük kara ordusunu te’sîs etdi. Eski gemileri Halice çekip, Av- rupada yeni yapılan üstün evsâflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. (İstanbul-Eskişehir-Ankara) ve (Eskişehir-Adana-Bağdâd) ve (Adana-Şâm-Medîne) demiryollarını te’sîs etdi. Osmânlı devletinde, dünyânın en büyük ve en uzun demiryolu şebekesi kuruldu. Cennet mekânın bu eserleri bugün bile ayakdadır. Bugün tren ile seyâhat edenler, bir başdan bir başa memleketdeki bütün tren istasyonlarının Abdülhamîd hânın yapdırdığı istas- yonlar olduğunu iftihâr ile görür.
Yehûdîler, İngilizlerin himâyesi ve teşvîki ile Filistin topraklarında bir yehûdî devleti kurmak istiyorlardı. Bu tehlikeyi ve siyonistlerin fe’âliyyetlerini va arzûlarını da çok iyi bilen Abdülhamîd hân, Filistin toprağından yehû- dîlere satılmamasını emr etdi. Dünyâ siyonizm teşkilâtı- nın reîsi Theodor Herzl ve Haham Moşe Levi, sultân Ab- dülhamîdi ziyâret ederek, yehûdîler için toprak satmasını istediler. Sultânın cevâbı, (Dünyânın bütün devletleri aya- ğıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz), ol- muşdur.
Yehûdîler, ittihât ve terakkî fırkası ile işbirliği yapdılar. Bütün şer güçler, sultâna karşı birleşdiler. 1327 [m. 1909] de tahtdan indirerek, bütün müslimânları öksüz bırakdı- lar. İttihât ve terakkînin başında bulunanlar, din düşman- larını ve masonları devletin en yüksek mevkı’lerine getir- diler. Hattâ, Şeyh-ül-islâm yapdıkları Hayrullah ve Mûsâ Kâzım bile mason idi. Memleketi kana buladılar. Bu İngi- liz uşaklarının sebeb oldukları, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, hâince, alçakca hâzırlanmış İngi- liz plânları ile, Abdülhamîd hânın yetişdirmiş olduğu,
– 103 –
dünyânın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. İngilizlerin hîleleri ile, devletin başına geçen masonlar, vatanın en çok birliğe ve müdâfe’aya muh- taç olduğu bir zemânda, milleti sâhibsiz bırakıp kaçdılar. Hâin olduklarını böylece de isbât etdiler.
Osmânlı imperatorluğunda açılan misyoner mekteble- rinde ve kiliselerde aldatılan gayr-i müslim vatandaşlar, Osmânlıya karşı ayaklandırıldı. Mekteblere muallim ve kiliselere papaz ismi ile Avrupadan gelen siyâh cübbeli câsûslar, gazeteciler, her geldikleri yere para, silâh ve fit- ne getirdiler. Büyük isyânlar oldu. Târîh sahîfelerinde, in- sanlık lekesi, vahşeti olarak duran, Ermeni, Bulgar ve Yu- nan mezâlimi yapıldı. Yunanlıları İzmire taşıyanlar da İn- gilizlerdi. Allahü teâlâ, Türk milletine merhamet buyura- rak, büyük bir istiklâl mücâdelesi sonunda, bugünkü güzel vatanımız kurtarılabildi.
Osmânlı devleti parçalanınca, dünyâ birbirine girdi. Osmânlı imperatorluğu tampon gibi bir devletdi. Müsli- mânlar için bir hâmî ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni’ idi. Sultân Abdülhamîd hândan sonra, hiç bir memleketde râhat ve huzûr kalmadı. Avrupa dev- letlerinde, birinci cihân harbinde, sonra ikinci cihân har- binde, dahâ sonra da komünizm istîlâsı ve zulmü altında, kan ve katl-i âm hiç bitmedi.
İngilizlerle birleşip Osmânlıları arkadan vuranlar, hiç râhat yüzü görmediler. Sonra yapdıklarına pişmân oldu- lar. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmânlı halîfesi adına okut- mağa başladılar. İngilizler tarafından Filistine İsrâîl devle- ti kurulunca, Osmânlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını gazete- ler yazıyor, dünyâ televizyonları gösteriyor. 1990 senesin- de, Mısr hâriciye nâzırı İsmet Abdülmecîd, (Mısr en râhat ve huzûrlu günlerini, Osmânlılar zemânında yaşadı) de- mişdir.
Hıristiyan Avrupa devletlerinin ve Amerikanın men- – 104 –
fe’atinin bulunduğu her yerde, hıristiyan misyonerleri bu- lunur. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymak, hâşâ tanrı de- dikleri Îsâ aleyhisselâma hizmet, huzûr, sulh ve sevgi gö- türmek gibi sözler arkasına gizlenmiş, menfe’at avcıları, huzûr bozuculardır. Dahâ mühim vazîfeleri ise, gitdikleri memleketleri hıristiyan devletlerine bağlamakdır. Misyo- nerler gidecekleri memleketin dillerini, örf ve âdetlerini gâyet iyi öğrenirler. Her gitdikleri devletin siyâsî, askerî, coğrâfî, iktisâdî ve dînî yapısını en ince teferruâtına kadar öğrenerek, hıristiyan devlete jurnal ederler. Her yerde, kendilerine dost olacak kimseleri bulur ve bunları satın alırlar. Bu kimseler, yerli ehâlînin ismlerini taşır, fekat yâ hıristiyanlaşdırılmış bir câhil veyâ satın alınmış bir hâin- dir.
Misyoner olacak kimse, vazîfe göreceği memleketde yetişdirilir veyâ o memleketde yetişmiş bir misyoner tara- fından yetişdirilir.
Mason Reşîd pâşanın hâzırladığı, (Gülhâne Fermâ- nı)ndan sonra, Osmânlı devletindeki misyoner fe’âliyyet- leri artdı. Anadolunun en güzel yerlerine kolejler açıldı. Fermândan yirmi bir sene sonra, Harputda, 1276 [m. 1859] da (Fırat Koleji) açıldı. Bu binâ yapılırken hiç bir masrafdan kaçınılmadı. Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 merkez kurmuşlardı. 21 kilise yapılmışdı. Altmışaltı ermeni köyünden 62’sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmışdı. Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslimânlara ve Osmânlıya karşı düşman edilmişdi. Misyoner kadınlar da, ermeni ka- dınlarını ve kızlarını bu husûsda yetişdirmek için, büyük gayret sarf etmişlerdi. Meşhûr kadın misyoner Maria A.West, dahâ sonra neşr etdiği (Romance of Mission) ki- tâbında, (Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yapdık) demekdedir. Bu fe’âliyyet ermenilerin bulundu- ğu her yerde yapıldı. Gâziantepde, (Antep Koleji) ve Merzifonda, (Anadolu Koleji), İstanbulda ise (Robert Koleji), bunların başlıcalarındandır. Meselâ Merzifon
– 105 –
Kolejinde, hiç Türk talebe yokdu. 135 talebeden 108’i er- meni, 27’si de rumdu. Bunlar leylî [yatılı] olarak Anado- lunun her yerinden toplanmış talebelerdi. Müdîri, diğerle- rinde olduğu gibi, bir râhibdi. Bu arada, Anadolu kayna- mağa başladı. Ermeni komiteciler, müslimânları insâfsız- ca katl ediyor, müslimân köyleri yakıyor, vatanın bekçisi ve sâhibi Osmânlıya hayât hakkı tanımıyordu. Bu ermeni- lerin ta’kîbi sonucu, 1311 [m. 1893] senesinde yapdıkları büyük katl-i âmlarda komitacıların bu kolejde yuvalan- dıkları, bütün fe’âliyyetlerinin hâzırlığını burada yapdık- ları ve reîslerinin Kayayan ve Tumayan adlı kolej mual- limleri olduğu ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine misyoner- ler, bütün dünyâyı ayağa kaldırdılar. Bu iki hâin ermeniyi kurtarmak için, Amerikada ve İngilterede çok büyük nü- mâyişler tertîb etdiler. Bu sebeb ile, İngiltere ile Osmânlı devletinin arası açıldı. İşin tuhafı, 1893 de, İngiliz misyo- nerlerin tertîb etdiği bu nümâyişlerde Merzifon Anadolu Kolejinin müdîri de, Londrada bunların içinde idi. Ana- doluda, müslimânlara karşı yapılan katl-i âmlar, hıristiyan kitâblarında aksine çevrilerek, yazıldı. Bu yalanlardan bi- ri, Beyrûtda hâzırlanan (El-müncid) arabî lugat kitâbında, Mer’aş kelimesinde yazılıdır.
Gâzî antebin sâbık defter-i hâkânî memûru Eyyüb Sabri efendinin 1978 de İstanbulda neşr edilen (Esâret hâtıraları) kitâbında diyor ki, (İngilizlere göre, müslimân- lara zulm ve hakâret etmek, millî bir vazîfedir. Yirmibin- den fazla müslimân esîrin 1919 da, Mısrın Abbâsiyye hastahânesinde gözleri oyulmuş, kolları, ayakları kesil- mişdir. Esîrleri anadan doğma soyarak, ingiliz binbaşının önünden geçirirlerdi. Esîrler arasından, hoca Abdüllah efendi, hiç olmazsa edeb yerlerimizi mendil ile örtmeye izn verin diyerek, çok yalvardı. İzn vermediler. Alay et- diler. Yafa belediye reîsi Ömer Baytar efendi ve Akkâ mebûsu ve dördüncü ordu müfettişi Es’ad Şâkir efendi ve bir çok âlim ve şerîfler ve Nablüs idâre meclîsi a’zâ- sından Seyfeddîn efendi de aramızda idi. Geçmiş asrlar-
– 106 –
daki vahşetler ve Engizisyon zulmleri, ingilizlerden çekti- ğimiz işkenceler yanında hiç kalır. Dünyâda hiçbir mille- tin yapamıyacağı zilleti, alçaklığı, ingilizler yapdılar).
Misyonerler 1893 senesinde ermeni vatandaşlara 3 mil- yon İncîl [Kitâb-ı mukaddes] ve 4 milyon hıristiyanlığa âid diğer kitâblardan dağıtdı. Buna göre, yeni doğan çocuklar da dâhil, her ermeniye 7 kitâb verilmiş demekdi. Sâdece Amerikan misyonerleri senede 285.000 dolar harcıyorlar- dı.
Misyonerlerin bu muazzam parayı, din gayreti ile har- cadıklarını düşünmek de saflık olur. Çünki, misyonerler için din bir ticâretdir. Bu parayı Anadoluya, İslâmı yık- mak, Osmânlıyı ortadan kaldırmak için sarf eden misyo- nerler, Türkler, ermenileri katl ediyor, onlara yardım edelim propagandaları ile, yüzlerce mislini toplamışlar- dı.
Yine o senelerde, kolejlerde, kiliselerde, misyonerlerin aldatması ve teşvîki ve ingiliz ordusunun muazzam yardı- mı ile, rum vatandaşlar da, Atinada ve Yeni-şehrde isyân ederek, yüzbinlerce müslimânı, çocuk, kadın demeden, vahşiyâne katl etdiler. Bu isyân, Edhem pâşanın emrinde- ki kuvvetlerle, 1313 [m. 1895] senesinde tenkil [men’ ve izâle] edildi. Bu zafer, yalnız yunanlılara karşı değil, bun- ları kışkırtan ingilizlere karşı kazanıldı.
İngiltere devletini idâre eden üç temel unsur, (Kral, Parlamento ve Kilise, ya’nî West Minister)dir. 918 [m. 1512] senesine kadar parlamento ve kralın serâyı, West Ministerin içerisinde idi. 1512 deki büyük yangından son- ra kral (Buckingham Serâyına) taşınmış ve parlamento ile kilise aynı çatı altında kalmışdı. İngilterede kilise ile dev- let iç içedir. Kral ve kraliçelere, kilisede baş papaz tarafın- dan taç giydirilir.
İngiliz merkez istatistik bürosu tarafından yayınla- nan (Cem’iyyet temâyülleri) ismli rapora göre, her yüz İngiliz bebekden yirmi üçü, gayr-i meşrû’ ilişkiler sonu-
– 107 –
cu dünyâya gelmekdedir.
7 Mayıs 1990 târîhli bir İstanbul gazetesinin, İngiliz po- lis kurumu Scotland Yard tarafından neşr edilen istatisti- ğe dayanarak verdiği haberde, Londrada can güvenliğinin kalmadığı, bilhâssa kadınlar için, çok tehlikeli bir şehr hâ- line geldiği bildirilmekdedir. İngiliz polisinin raporuna gö- re, son on iki ayda, başda ırza tecâvüz ve soygun olmak üzere, bütün suçlarda artışlar olmuşdur.
Bütün dünyâda ve bütün dinlerde âile, meşrû olarak kadın-erkek berâberliğidir. İki erkeğin livâta yapmasını, İngiliz kanûnları himâye etmekdedir.
12 Kasım 1987 târîhli bir İstanbul gazetesinde, (İngiliz ordusunda skandal) başlıklı haberde, kraliçe ikinci Eliza- bethin muhâfız alayına yeni katılan erlerin ırzlarına, nâ- mûslarına tecâvüz edildiği ve sadistçe işkence yapıldığı ya- zılıdır.
28 Aralık 1990 târîhli Türkiye gazetesinde neşr edilen bir araştırma yazısında, İngiltere kiliselerinde bile Lûtî sa- yısının % 15’i bulduğu, Lordlar ve Avam kamarasında ise, bu sayının, dahâ da yükseldiği bildirilmekdedir. Ahlâksız- lık, İngiliz kabinesine kadar sıçramış, Profümo skandalı gibi hâdiseler ortaya çıkmışdır. Avrupada Lûtîlerin teşkî- latlandığı ilk ülke, İngilteredir. Bu ahlâksızlıkların yapıldı- ğı yerlerde bile, İngilizin İslâm düşmanlığı göze çarpar. Londranın arka sokaklarında fuhuş, livâta ve her dürlü re- zâletin yapıldığı yerler, İslâmiyyetde mübârek olan yeşil renk ile boyandığı gibi, bu habâset yuvalarının kapısına (Mekke) levhası asılmışdır.
İngiliz (Guardian gazetesi), 200 bin kız çocuğunun bü- luğ çağına gelince, babası tarafından tecâvüz edildiği için, mahkemeye mürâce’at ederek, koruma istediğini yazmış- dır. BBC televizyonu ise, haberinde, mahkemeye şikâyet etmiyenlerin 5 milyon olarak tahmîn edildiğini söylemiş- dir.
İngiltere, toprak dağılımı bakımından da, dünyânın en – 108 –
adâletsiz yapısına sâhibdir. İngiliz köylüsünün, toprak reformları için, Lordlarla verdiği mücâdeleler, târîhlerde yazılıdır. Bugün bile, İngiltere toprağının % 80’inin im- tiyazlı sınıf denilen azınlığın elinde olduğu bir hakîkat- dir.
31 Mayıs 1992 pazar târîhli Türkiye gazetesinde diyor ki, (İngilterede iktisâdî tahrîbât sebebi ile, hâsıl olan işsiz- lik ve sefâlet, intihârları artırmakdadır. İngiliz tıb mecmû- ası (British medical) deki, Oksford hastahânesi iki dokto- runun tedkîkinde, her sene yüzbin ingilizin intihâra teşeb- büs etdiği, bunlardan 4500 ünün öldüğü tesbît edilmişdir. Bunların yüzde 62 si genç kızdır). Jetleri, bombaları, füze- leri ile, her sene yüzbinlerce müslimânı şehîd eden, yüzbin vatandaşını da, intihâra sevk eden, ingilizler gibi hâin, zâ- lim, vahşî bir devlet görülmemişdir.
İrlanda ise, İngilterenin başına belâ olmuşdur. Kendi kazdıkları hıyânet çukurlarına, kendilerinin düşdüğü gün- leri inşâallah hep berâber göreceğiz.
Kitâbımızın ikinci kısmını, mübârek ismi ile bereket- lenmek için, İngilizler hakkında, efrâdını câmi’, ağyârı- nı mâni’ en güzel ta’rîfi yapmış olan, Seyyid Abdülha- kîm Arvâsînin “rahmetullahi aleyh” şu sözleriyle bitiri- yoruz:
(İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslimânlar da, bunlara düşman olur. Fekat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle de- ğildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslimânlar da, onu sever. Fekat, gece kimse anlamadan köküne zehr sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir dahâ süremez. Vah vah çok üzül- düm, diyerek müslimânları aldatır. İngilizin, İslâma böyle zehr salması demek, para, mevkı’ ve kadın gibi, nefsânî arzûlar karşılığında satın aldığı yerli münâfıkların, soysuz- ların elleri ile, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, bilgileri- ni ortadan kaldırmasıdır.)
– 109 –
Üçüncü Kısm HULÂSAT-ÜL-KELÂM RİSÂLESİ
Yûsüf Nebhânî “rahmetullahi aleyh”[1], bu risâlesinde buyuruyor ki:
Allahü teâlâya hamd olsun! Dilediğini ihsân ederek, hidâyete kavuşdurmakda, dilediğini dalâletde bırakmak- dadır. [Dalâletden kurtulmak, se’âdet-i ebediyyeye ka- vuşmak isteyenlerin düâlarını, adâleti ile kabûl etmekde- dir.] Peygamberlerin ve seçilmişlerin en üstünü olan, efen- dimiz Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Onun, yer yüzünde, gökdeki yıldızlar gibi parlayan Âline ve Eshâbının hepsine de hayrlı düâlar ederiz.
Bu risâlenin sahîfeleri az, fekat, içindeki ilmler çokdur. İlm ve akl sâhibi olanlar, insâf ederek okurlarsa, kabûl ederler. Allahü teâlânın hidâyetine, doğru yola kavuşan- lar da, hemen inanırlar. Bu risâle, Allahü teâlânın müsli- mânlara ihsân etdiği (Sırât-ı müstakîm)i, düşmanlarını bı- rakdığı (Dalâlet yolu)ndan ayırmakdadır. Bu risâleye (Hulâsat-ül-kelâm fî tercîh-i dîn-il-islâm) ya’nî, (islâm dî- nini seçmeye yarayan sözlerin hulâsası) ismini verdim.
Ey, kendini, ebedî azâbdan kurtarmak ve sonsuz ni’metlere kavuşmak isteyen insan! Bu çok mühim, çok büyük hakîkati anlamak ve kendini sonsuz azâbdan kur- taracak sebebi bulmak için, her an, her yerde düşünsen ve son derece gayret ile çalışsan ve herkesden yardım iste- sen, insan gücünün yetdiği kadar da uğraşsan, bu sebebin ehemmiyyeti yanında, bu yapdıkların, pek küçük kalır. Hattâ, bütün dünyâ servetini ele geçirmek için, bir kum dânesini vermeye benzer. Bu hakîkatin ehemmiyyeti, bu kısa yazımızla anlatılamaz. Bu yazımız, aklı olana bir işâ- ret vermek gibidir. Aklı olan, bir işâretden maksadı anlar. Bunu tefekkür edebilmek için, ipucu olabilecek birkaç ke- lime söyliyeceğim:
[1] Yûsüf Nebhânî, 1350 [m. 1932] de Beyrûtda vefât etdi.
– 110 –
İnsan, alışdığı âdetleri sever. Bunlardan ayrılmak iste- mez. Doğunca, süt emmeğe alışır. Bundan ayrılmak iste- mez. Büyüdükçe, evine, mahallesine, şehrine alışır. Bun- lardan ayrılması, çok güç olur. Sonra, dükkânına, san’atı- na, çalışdığı fen işlerine ve çoluk çocuğuna, diline, dînine alışır. Bunlardan ayrılmak istemez. Böylece, muhtelif ce- mâ’atler, kavmler, milletler hâsıl olur. Şu hâlde, bir mille- tin dinlerini sevmeleri, dinlerinin en hayrlı din olduğunu anladıkları için değildir. Aklı olan, kendi dînini ve başka dinleri incelemeli, dinler arasında hak olanı anlamalı, ona sarılmalıdır. Çünki, bâtıl dîne bağlanmak, insanı ebedî fe- lâketlere, dâimî azâblara götürür. Ey insan, gaflet uyku- sundan uyan! (Hak dînin, hangi din olduğunu nasıl bile- yim. Ben, alışdığım dînin hak din olduğuna inanıyorum. Bu dîni seviyorum) der isen, şunu bil ki, (Din, Rabbin Peygamberler vâsıtası ile gönderdiği emrlere ve yasaklara itâ’at etmek)dir. Bu emrler, insanın Rabbine karşı ve bir- birlerine karşı vazîfeleridir.
Mevcûd dinler arasında, Rabbin sıfatlarını, ibâdet şekllerini ve mahlûklar arasındaki mu’âmelâtı en fâide- li olarak bildiren hangisidir? Akl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvetdir. Kötüyü terk etmek, iyiyi de tedkîk etmek lâzımdır. Dîni tedkîk, onun zuhûrunu [başlamasını], Peygamberlerini, Eshâbını ve Ümmetini ve din büyük- lerini incelemekdir. Bunları beğenirsen, o dîni seç! Ak- lına uy, nefsine uyma! Nefs, âileden, arkadaşlardan, bo- zuk, kötü din adamlarından utanmağı ve onlardan zarâr gelmesini ileri sürerek, seni aldatır. Fekat, bu zararlar, ebedî azâb yanında hiçdir. Bunu iyi anlıyan kimse, elbet (Dîn-i islâm)ı tercîh eder. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma inanır. Zâten islâmiy- yet, bütün Peygamberlere îmân etmeyi emr etmekdedir. Bunların dinlerinin hak oldukları, her Resûl gelince, ev- velki dinlerin hükmleri kalmadığı gibi, Muhammed aleyhisselâmın dîni gelince de, bütün dinlerin hükmleri- nin kalmadığını bildirmekdedir. Bir insanın, tâbi’ oldu- ğu dînin bâtıl olduğunu anlaması ve bu dîni terk ederek,
– 111 –
Muhammed aleyhisselâma îmân etmesi, nefsine çok güç gelir. Çünki nefs, Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhis- selâma ve Onun dînine düşman olarak yaratılmışdır. Nef- sin bu düşmanlığına (Hamiyyet-ül-câhiliyye) denir. Bâtıl dindeki analar, babalar, muallimler ve kötü arkadaşlar [onların radyoları ve televizyonları ve hükûmet adamları], nefsin bu düşmanlığını kuvvetlendirirler. Bunun için, (Ço- cuğa öğretmek, taşa yazmak gibidir) denilmişdir. Nefsin bu düşmanlığını izâle için çok çalışmak, nefs ile cihâd et- mek ve nefsi akl ile inandırmak lâzımdır. Aşağıdaki yazı- ları dikkat ile okumak, bu cihâdında sana yardımcı ola- cakdır:
Bir dîne tâbi’ olmak, ebedî se’âdete kavuşmak ve son- suz felâketlerden kurtulmak içindir. Yoksa, anadan baba- dan kalma bir din ile öğünmek için değildir. Peygamber de, kendisinde peygamberlik şartları bulunan ve Allahü teâlânın emrlerini kullarına bildiren bir insandır. Böyle bir Peygambere tâbi’ olmak, Onun dînine girmek lâzım- dır. Vesenî denilen, heykellere, putlara tapanlar ve Dehrî denilen tanrısızlar [ateistler ve masonlarla komünistler], hayvan gibidir. Nasrâniyyet ve yehûdiyyet dinleri de, aşa- ğıdaki sebebler ile bâtıl olmuşlardır:
1- İslâm dîninde, Allahü teâlânın kemâl sıfatları vardır. Noksan sıfatları yokdur. İbâdetleri yapmak gâyet kolay- dır. İnsanların birbirleri ile muâmeleleri adâlet iledir. Di- ğer dinlerin ibâdetleri ve birbirleri ile muâmeleleri, ze- mânla değişerek, akla uygun hâlleri kalmamışdır.
2- Muhammed, Îsâ ve Mûsâ aleyhimüsselâmın hayâtla- rı, târîhlerden incelenirse, Muhammed aleyhisselâmın, en necîb, asîl, en fâideli, dahâ âlim, en akllı, en üstün, dünyâ ve âhiret bilgilerine en ârif olduğu görülür. Hâlbuki, ken- disi ümmî idi. Ya’nî hiç kitâb okumamış, kimseden birşey öğrenmemişdi.
3- Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri, diğerlerinin mu’cizeleri toplamından kat kat dahâ çokdur. Diğerleri- nin mu’cizeleri geçmiş, bitmişdir. Muhammed aleyhisselâ- mın mu’cizelerinin bir kısmı, bilhâssa Kur’ân-ı kerîm
– 112 –
mu’cizesi kıyâmete kadar devâm etmekdedir. Ümmetinin Evliyâsının kerâmetleri de, her zemân ve her yerde görül- mekdedir.
4- Bu üç dîni bizlere ulaşdıran haberler arasında, Mu- hammed aleyhisselâmı ve Onun dînini bildiren Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler dahâ çok, dahâ sahîhdir. Hepsi ki- tâblara geçmiş ve dünyânın her tarafına yayılmışdır. Mu- hammed aleyhisselâm kırk yaşında iken, Peygamber oldu- ğu kendisine bildirildi. Altmışüç yaşında iken vefât etdi. Peygamberliği yirmiüç sene devâm etdi. Bütün arab yarı- madası kendisine itâ’at etdikden ve dîni her tarafa yayılıp anlaşıldıkdan ve da’veti şarkda ve garbda işitildikden ve Eshâbı, yüzellibin oldukdan sonra vefât etdi. Vedâ’ haccı- nı, yüzyirmibin Sahâbî ile yapdı. Bundan seksen gün sonra vefât etdi. (Bugün dîninizi ikmâl etdim ve üzerinize olan ni’metimi temâmladım ve dîninizin islâm olmasını beğen- dim) meâlindeki, Mâide sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesi, bu hacda nâzil oldu. Bu Sahâbîlerin hepsi, sâdık ve emîn idi. Çoğu dinde derin âlim ve hepsi Evliyâ idi. Resûlullahın dînini ve mu’cizelerini, yer yüzüne yaydılar. Çünki, cihâd için, memleketlere yayıldılar. Gitdikleri yerlerdeki insan- lara, din bilgilerini ve mu’cizeleri ulaşdırdılar. Bunlar da, başkalarına bildirdiler. Böylece, her asrın âlimleri, sonraki tabakadaki, dahâ çok âlime bildirdi. Bunlar da, bu ilmleri ve bunları bildirenleri, binlerce kitâblara yazdılar. Öğren- dikleri hadîs-i şerîfleri, sahîh, hasen gibi, birçok kısmlara ayırdılar. Yalancıların [ve yehûdîlerin], hadîs diyerek uy- durdukları sözleri kitâblarına sokmadılar. Bu husûsda, çok dikkatli ve hassâs davrandılar. Bunların gayretleri ile, is- lâm dîni çok sağlam esâslar üzerine kuruldu ve hiç değişdi- rilmeden yayıldı. Diğer dinlerin hiçbiri böyle sıhhâtli nakl edilemedi.
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri ve hak Peygamber olduğunun vesîkaları, dî- nin temel ve zarûrî lâzım olan bilgileri, Allahü teâlânın var olduğu, bir olduğu ve kemâl sıfatları ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği, sâdık ve emîn olduğu ve
– 113 – İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları - F:8
bütün Peygamberlerin en üstünü olduğu, insanların öl- dükden sonra tekrar dirilecekleri, hesâba çekilecekleri, sırât köprüsü, Cennet ni’metleri, Cehennem azâbları, her gün beş kerre nemâz kılmanın farz olduğu, öğle, ikindi ve yatsı nemâzlarının farzlarının dört rek’at oldukları, sabâh nemâzının iki rek’at ve akşam nemâzının farzının üç rek’at olduğu ve semâda Ramezân ayının hilâli görüldü- ğü zemân, oruca başlamak, Şevvâl ayının hilâli görülün- ce, fıtr bayramı yapmak, ömründe bir kerre hacca gitmek farz olduğu, [kadınların, kızların, başları, saçları açık so- kağa çıkmalarının ve livâta] zinâ yapmanın harâm oldu- ğu, şerâbın [ve çok içilince serhoş eden alkollü içkilerin damlasının] içilmesinin ve cünüb kimsenin ve hayz hâlin- deki kadınların nemâz kılmalarının ve abdestsiz nemâz kılmanın harâm olduğu gibi zarûrî din bilgileri, âlim ve câhil, bütün müslimânlara, doğru olarak bildirildi. Bu bil- gilerin hepsi, hiç değişdirilmeden, bizlere ulaşdırıldı. Böy- le olduğunu, insâf sâhibi olan nasrânî ve yehûdîler de bil- mekdedir. Kendi dinlerini öğrendikleri yolların böyle sağlam olmadığını kendileri de i’tirâf etmekdedir. Mu- hammed aleyhisselâmın zemânının bize dahâ yakın olma- sı ve islâm dînini bizlere ulaşdıran âlimlerin pekçok olma- ları, islâmiyyete hurâfeler, iftirâlar karışdırılmasına mâni’ olmuşdur. Hıristiyan ve yehûdî dinleri, bu iki ni’mete mâ- lik değildir. Îsâ aleyhisselâmın bi’seti [zuhûru] ile Mu- hammed aleyhisselâmın bi’seti arasında [târîhcilere göre] altıyüz sene kadar zemân farkı vardır. Çünki, Îsâ aleyhis- selâmın mevlidi ile Muhammed aleyhisselâmın Mekke şehrinden Medîneye hicreti arasında 621 sene fark vardır [diyorlar. Hâlbuki islâm âlimlerine göre, bu fark bin se- nedir]. Bu uzun zemânda, dünyânın her tarafına câhiliy- yet yayıldı. Sahîh [doğru] haberleri, yanlışlarından ayır- mak da çok güçdü.
Îsâ aleyhisselâmın da’vet zemânı uzun sürmedi. Üç sene gibi kısa zemândan sonra, Allahü teâlâ, Onu otuzüç yaşında iken semâya çıkardı. Bu kısa zemânda da, kâfir- ler karşısında za’îf ve maglûb hâlde idi. Peygamberlik
– 114 –
vazîfesini râhat yapamadı. Yehûdîler ve Roma hükûmeti de mâni’ oluyordu. Havârî denilen yardımcıları da, az idi. Kendisine inanmış olan Havârîler, ancak oniki avcı idi. Hepsi za’îf kimseler idi. Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıl- dıkdan sonra, haberler, rivâyetler toplanarak İncîl kitâb- ları yazılıp, câhillerin ellerinde dolaşdı. Terceme edilirken de değişdirildiler. Bu İncîllerde birbirlerine ve akla uymı- yan çok bilgi vardı. Hattâ, birbirlerini nakz etmekde, çü- rütmekdedirler. Bu hâl, aynı İncîlin muhtelif yazmaların- da da mevcûddur. Bu farklar, muhâlefetler karşısında, her asrda papazlar toplanarak, İncîlleri tashîh etmek zorunda kalmışlar, birçok ilâveler, çıkarmalar yapmışlar, dinden olmıyan pek çok saçma şeyleri de karışdırmışlardır. İnsan- ları, bu kitâblara inanmağa zorlamışlardır. Bunlardaki ya- zıların çoğu, Îsâ aleyhisselâmın ve Havârîlerin sözleri de- ğildir. Bunun için, muhtelif fırkalara ayrıldılar. Her asrda, yeni mezhebler meydâna geldi. Çoğu, eskilerden ayrıldı. Hepsi de, ellerindeki İncîllerin Îsâ aleyhisselâmın getirdi- ği dînin kitâbı olmadığını bilmekdedirler.
Mûsâ aleyhisselâmın dînini ve mu’cizelerini bildiren yehûdî kitâbları da böyledir. Buradaki zemân farkı dahâ fazladır. Mûsâ aleyhisselâm, bir rivâyetde, Muhammed aleyhisselâmın hicretinden 2348 sene evvel vefât etdi. Aradaki câhiliyyet asrlarında, mûsevî dîninin sahîh olarak nakli imkânsız oldu. Buhtün-nasar gibi zâlimler de, yehû- dî din adamlarını öldürdü. Bir kısmını da, Beyt-ül-mukad- desden Bâbil şehrine esîr götürdü. Hattâ, Kudüsde, Tev- rât okuyacak kimse kalmadığı zemânlar oldu. Danyâl aleyhisselâm, Tevrâtı ezber okur ve yazdırırdı. Böylece, değişmekden kurtardı ise de, ondan sonra, onun yazdır- dıkları da değişdirildi. Allahü teâlâya ve Peygamberlere yakışmayacak, çirkin yazılar karışdırıldı.
Muhammed aleyhisselâmın zemânından sonra, Onun ümmeti içinde câhilliğin yayılmadığını her millet biliyor. Hele müslimânlar arasında, ilm yükselmiş, büyük islâm dev- letleri teşekkül ederek, ilmi, fenni, adâleti, insan haklarını her tarafa yaymışlardır. Şimdi, aklı ve insâfı olan bir kim-
– 115 –
se, bu üç dîni tedkîk ederse, elbette islâmiyyete tâbi’ olur. Çünki maksad, hak olan dîni bulmakdır. Yalan söylemek, iftirâ etmek, islâmiyyetde harâmdır. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, ikisini de şiddet ile yasak etmişdir. Herhan- gi bir kimseye iftirâ etmek, büyük günâh olunca, Resûlul- laha iftirâ etmek, katkat dahâ fenâ, katkat dahâ harâmdır. Bundan dolayı da, Muhammed aleyhisselâmı ve mu’cize- lerini bildiren islâm kitâblarında, hiçbir yalan, hiçbir hatâ olamaz. Aklı olan, insâflı kimsenin, inâdı bırakıp, sonu fe- lâket olan dîni terk etmesi ve hak ve se’âdet yolu olan dî- ne tâbi’ olması lâzımdır. Dünyâ hayâtı çok kısadır. Her gü- nü geçip hayâl olmakdadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, yâ dâimî azâb veyâ ebedî ni’metlerdir. Bunların vaktleri, herkese sür’at ile yaklaşmakdadır.
Ey insân! Kendine merhamet et! Aklından gaflet per- desini kaldır! Bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kur- tulmağa çalış! Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi’ ol, sarıl! Vereceğin karâr, çok büyük, çok mühimdir. Vakt ise, çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti dü- şün! Başına geleceklere hâzırlan! Hakka tâbi’ olmadıkca, ebedî azâbdan kurtulamazsın! Son pişmânlık fâide ver- mez. Son nefesde hakkı tasdîk etmek kabûl olmaz. Fekat, müslimânın günâhlarına tevbe etmesi, kabûl olur. O gün, Allahü teâlâ, (Kulum! Sana akl nûrunu vermişdim. Bu- nun ile, beni anlamanı, bana ve Peygamberim Muham- med aleyhisselâma ve Onun getirdiği islâm dînine îmân etmeni emr etmişdim. Bu Peygamberin geleceğini, Tev- râtda ve İncilde haber vermişdim. İsmini ve dînini her memlekete yaydım. İşitmedim diyemezsin. Gece gündüz, dünyâ kazancı için, dünyâ zevkleri için çalışdın. Âhiretde başına gelecekleri hiç düşünmedin. Gaflet içinde iken, mevtin pençesine düşdün) derse, ne cevâb vereceksin?
Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenme- den, aklını başına topla! Etrâfında gördüğün, konuşduğun, sevdiğin, korkduğun kimselerin hepsi, birer birer öldü- ler. Birer hayâl gibi, gelip gitdiler. İyi düşün! Ebedî ateş- de yanmak, ne büyük azâbdır! Sonsuz ni’metler içinde
– 116 –
yaşamak ise, ne büyük ni’metdir. Bunlardan birini seçmek, şimdi senin elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri ola- cakdır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünme- mek ve tedbîr almamak, büyük câhillik ve cinnetdir. Alla- hü teâlâ, hepimizi akla tâbi’ olanlardan eylesin! Âmîn.
(Kavl-üs-sebt fî redd-i alâ deâvil-protestanet) kitâbın- da diyor ki: Allâme Rahmetullah efendi[1], (İzhâr-ül-hak) kitâbında buyuruyor ki: İslâmiyyet başlamadan evvel, hiç- bir yerde, hakîkî Tevrât ve hakîkî İncîl yok idi. Şimdi mevcûd olanlar, doğru ile yalan karışık haberlerden mey- dâna getirilmiş târîh kitâblarıdır. Kur’ân-ı kerîmde bildiri- len, Tevrât ve İncîl, şimdi mevcûd olan Tevrât ve İncîl ismlerindeki kitâblar değildir. Bunlardaki bilgilerden, Kur’ân-ı kerîmin tasdîk etdikleri doğrudur. Red etdikle- ri doğru değildir. Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiyenleri hak- kında, doğru ve yanlış demeyiz. Dört İncîlin, Allah kelâ- mı olduğunu bildiren, bir sened mevcûd değildir. Hindis- tânda konuşduğu İngiliz papazı da, bunu kabûl etmiş ve mî- lâdî 313 senesine kadar, dünyâda meydâna gelen, büyük karışıklıklarda, bu senedler gayb oldu demişdir. Horn, İncîl tefsîrinin ikinci cildinde ve târîhci Mocheim[2], 1332 [m. 1913] baskılı târîhinin birinci cildi, 65. ci sahîfesinde ve Lardis, İncîl tefsîrinin beşinci cildi, 124. cü sahîfesinde, İn- cîllerde ilâveler, değişiklikler yapıldığı yazılıdır. Cîrum[3] diyor ki, (İncîli [Kitâb-ı mukaddesi] terceme edeceğim zemân, birbirlerine benzemediklerini gördüm). Adam Clarke[4], tefsîrinin birinci cildinde diyor ki, (İncîlin latin- ceye tercemeleri yapılırken, çok değişikliklere uğradı.
  1. [1]  Rahmetullah Hindî, 1306 [m. 1889] da Mekkede vefât etdi.
  2. [2]  Mocheim Johann Lorenz Von, Alman protestan papazı ve târîhci. 1694 de Lübeckde doğdu. 1174 [m. 1755] de Göffindende öldü. En
    meşhûr eseri (Mukaddes İncîl târîhi)dir.
  3. [3]  Cîrum, Jerome Saint, İstanbulda üç sene kaldı. 382 de Romaya gitdi.
    Papanın sekreteri oldu. Kitâb-ı mukaddesi [İncîli] latinceye terceme etdi. 30 Eylülde yortusu yapılır. Yapdığı terceme kiliselerin resmî ki- tâbı oldu.
  4. [4]  Adam Clarke, 1179-1249 [m. 1760-1832] İrlandalı İncîl vâizi. Meşhûr eseri (Kitâb-ı Mukaddes tefsîri)dir.
– 117 –
Birbirine uymıyan ilâveler yapıldı). Katolik Ward[1], 1841 baskılı kitâbının onsekizinci sahîfesinde diyor ki, (Şarkda- ki mülhidler, İncîlin çok yerini değişdirdiler. Protestan pa- pazları, kral birinci Jamese verdikleri raporda, düâ kitâbı- mızdaki Zebûrlar, ibrânî olanlara benzemiyor. İlâve, çı- karma ve tebdîl olarak, ikiyüze yakın değişiklik vardır). Protestan papazları, bunu dahâ da değişdirdiler. Rahme- tullah efendinin kelâmı burada temâm oldu. (İzhâr-ül- hak) kitâbında, böyle nice misâller bildirilmekdedir. İz- zeddîn Muhammedînin (El-fâsılu-beynel-hak vel-bâtıl) ve Abdüllâh-i Tercümânın (Tuhfe-tül-erîb) kitâblarında da, İncîllerdeki değişikliklerin misâlleri yazılıdır.
Bütün papazlar biliyor ki, Îsâ aleyhisselâm, birşey yaz- madı ve yazılı birşey bırakmadı, bir kimseye de yazdırma- dı. Dînini yazılı olarak bildirmedi. Semâya çıkarıldıkdan sonra, Îsevîler arasında ayrılıklar başladı. Birleşerek din bilgilerini tesbît etmediler. Sonradan, elliden fazla İncîl yazıldı. Bunlar arasından dördü seçildi. Îsâ aleyhisselâm- dan sekiz veyâ oniki sene sonra, Filistinde süryânî lisânın- da (Matta) İncîli yazıldı. Bu İncîlin bu nüshası yokdur. Yunânî tercemesi denilen nüshası mevcûddur. (Markos) İncîli, otuz sene sonra, Romada yazıldı. (Luka) İncîli, yir- misekiz sene sonra, İskenderiyyede, yunânî olarak yazıldı. (Yuhannâ) İncîli, otuzsekiz veyâ altmışbeş sene sonra, Ef- sûs şehrinde yazıldı. Hepsinde, rivâyetler ve hikâyeler ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra hâsıl olan ba’zı şeyler yazılıdır. Luka ve Markos, Havârîlerden değildiler. Başkalarından işitdiklerini yazdılar. Bunları yazanlar, kitâblarına İncîl demedi. Târîh kitâbı dediler. Sonra terceme edenler, İncîl dediler.
İşbu (Kavl-üs-sebt) kitâbı, bir protestan papazının, arabî olarak Mısrda yazıp basdırdığı (Ekavîl-ül-Kur’âniy- ye) kitâbına cevâb olarak, seyyid Abdülkâdir İskenderâ- nî tarafından 1341 [m. 1923] senesinde yazılmış, 1990
[1] Ward William George, 1228-1300 [m. 1812-1882], meşhûr katolik İngi- liz papaz. En meşhûr eseri, (Hıristiyan kilisesinin ideali)dir.
– 118 –
senesinde (Hakîkat Kitâbevi) tarafından, arabî (Es-sırât- ül-müstekîm) ve (Hulâsat-ül-kelâm) kitâbları ile birlikde basdırılmışdır.
Türkçe (Îzâh-ul-merâm) kitâbında diyor ki:
Asl İncîl, ibrânî lisânında idi ve yehûdîler, Îsâ aleyhis- selâmı i’dâm etmek için, yakaladıklarında, onu imhâ etdi- ler. Îsâ aleyhisselâmın da’vet zemânı olan üç senede, bir sûreti yazılmamışdı. Hıristiyanlar, asl İncîli inkâr ediyor- lar. Bunların İncîl dedikleri dört kitâbda, hiçbir ibâdet mevcûd değildir. Yalnız Îsâ aleyhisselâmın yehûdîlerle olan münâkaşaları yazılıdır. Hâlbuki, din kitâbı, ibâdetle- ri bildiren kitâb demekdir. Tevrâta göre ibâdet ediyoruz derlerse, yevm-i septe [Cumartesi gününe] ehemmiyyet vermek, sünnet olmak, her sabâh ve akşam ayakda düâ et- mek, ma’lûm günlerde oruc tutmak, kadını boşamak hak- larına mâlik olmak ve hınzır eti yimemek gibi, Tevrâtın mühim emrlerini niçin yapmıyorlar? Bunların terk edil- mesi için, İncîllerinde bir haber de yokdur. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmde, her ibâdet, güzel ahlâk, hukûk, ticâret, zırâ’at ve fen bilgilerine teşvîk, uzun bildirilmişdir. Cismâ- nî ve rûhânî her müşkilât hâl edilmişdir.
Şâirler, edîbler, kâfirler, bindörtyüz seneden beri, çok çalışdıkları hâlde, Kur’ân-ı kerîmin bir âyetinin benzeri- ni söyleyemediler. Kelimeleri arabî olup, her yerde kul- lanıldığı hâlde, bir âyetinin benzerinin söylenememesi, onun mu’cize olduğunu göstermekdedir. Muhammed aleyhisselâmın diğer mu’cizeleri bitmiş, yalnız ismleri kalmış, Kur’ân-ı kerîm ise, her zemân ve her yerde, güneş gibi parlamakdadır. Her derde ilâc ve dermân olmakda- dır. Allahü teâlâ, bütün kullarını mes’ûd etmek için, onu Habîb-i ekremine ikrâm ve inzâl buyurmuşdur. Sonsuz lutf ve merhameti ile, tahrîf ve tebdîlden hıfz ve himâye eylemişdir. Diğer kütüb-i semâviyye için, böyle bir va’d- de bulunmamışdır. [Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, sevgi- li Peygamberi Muhammed aleyhisselâma, Cebrâîl ismin- deki melek ile, parça parça, yirmiüç senede gönderdi. Birinci halîfe Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” da, Alla-
– 119 –
hü teâlânın gönderdiği bu âyetleri, bir araya cem’ etdirip, yazdırdı. Böylece, (Mushaf) denilen büyük bir kitâb mey- dâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî, bu Mushafın, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiğinin aynı olduğuna, sözbirliği ile karâr verdi. (Rıyâd-un-nâsıhîn) 375. ci sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmde 6236 âyet vardır). Ba’zı büyük âyet- ler, küçük âyetlere ayrılınca, âyet adedi çoğalmakdadır. Böylece, âyet adedi 6366 olan Mushaflar mevcûddur. Mu- hammed aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına îzâh etdi, açıkladı. İslâm âlimleri, Eshâb-ı kirâmdan işit- diklerini yazdılar. Binlerce tefsîr kitâbları meydâna geldi ve her memlekete yayıldı. Şimdi, dünyânın her yerindeki Kur’ân-ı kerîmler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında, bir harf, bir nokta bile fark yokdur.]
Bütün Peygamberlerin dinleri, kendi zemânlarının ih- tiyâclarına uygun olduğundan, birbirlerinden farklı idi. Fekat, hepsinde, îmân edilecek şeyler aynı idi. Hepsi, Allahü teâlânın bir olduğunu, öldükden sonra, tekrâr dirilmek olduğunu bildirdiler. Tesniyenin dördüncü faslı- nın otuzdokuzuncu âyetinde (Yerlerin ve göklerin sâhibi birdir, başka yokdur), altıncı faslında, (Ey İsrâîl dinle! Al- lahımız, Rabbimiz birdir) ve (Sıfr-ül-mülûk-i sâlis)de, Sü- leymân aleyhisselâm Beyt-ül-mukaddesi (Kudüsdeki Mescid-i aksâyı) inşâ edince, (Ey İsrâîlin Allahı! Yerde ve göklerde, senin gibi Rab yokdur. Sen yerlere ve gök- lere sığmazsın. Nerde ki, bu yapdığım eve) dediği yazılı- dır. (Sıfr-ül-mülûk-il-evvel)de (Samoil 1)in onbeşinci faslının 29.cu âyetinde, (Samoil) Peygamberin (İsrâîlin azîzi, ya’nî ilah ve ma’bûdu, yalan söylemez ve nedâmet etmez. Çünki O, insan değildir) dediği yazılıdır. (Eş’iyâ) Peygambere âid olduğu söylenen kitâbın kırkbeşinci bâ- bında, (Benim Rab! Benden gayrı Allah yokdur. Nûru ve zulmeti yaratan, hayrı, şerri halk eden Ben’im) demekde- dir. Mattâ İncîlinin ondokuzuncu bâbında, (Bir kimse, ona dedi ki, ey iyi muallim! Ne iyilik yapayım ki, ebedî hayâ- ta nâil olayım? Ona cevâb olarak, bana niçin iyi diyorsun? Birden gayrı iyi yokdur. O Allahdır. Ebedî hayâta kavuş-
– 120 –
mak istersen, Onun nasîhatlarını yap!) dediği yazılıdır. Markosun onikinci bâbında, (Kâtiblerden biri, birinci emr nedir) dedi. Îsâ aleyhisselâm, ona cevâb olarak, (Emrlerin birincisi, Rabbimiz birdir. Bütün kalbin ile, bütün tâkatın ile, Rabbini sev!) demekdedir. Muhammed aleyhisselâm da, böyle buyurdu.
Muhammed aleyhisselâmı tekzîb eden [inanmıyan] kimse, bütün Peygamberlere inanmamış olur. (Ekânîm-i selâse) denilen (Teslîs)e [üç Tanrıya] inanmak, bütün Peygamberleri tekzîb olmakdadır. Teslîs akîdesi, Îsâ aley- hisselâmın semâya urûcundan çok zemân sonra zuhûr et- di. Bundan önce, (Nasârâ) da, (Tevhîd) akîdesinde idiler ve Tevrât ahkâmını icrâ ediyorlardı. Putperestlerden çoğu ve Yunan feylesofları nasrânî olunca, eski i’tikâdlarından teslîsi de nasrânîliğe karışdırdılar. Nasârâ dînine, teslîs akîdesini ilk karışdıran, mîlâdın ikiyüz senesinde (Sebli- yûş) isminde bir papaz olduğu ve bu sebeble, çok kan dö- küldüğü, fransızca (Kurret-ün-nüfûs) kitâbında ve arabî tercemesinde uzun yazılıdır. O zemân, birçok âlimler, tev- hîdi müdâfea etdi ve Îsâ aleyhisselâmın bir insan ve Pey- gamber olduğunu bildirdiler. Üçyüz senelerinde, İskende- riyyede, Aryüs, tevhîdi i’lân ve teslîsin fâsid ve bâtıl oldu- ğunu neşr etdi. 325 senesinde, büyük Kostantinin İznikde topladığı papazlar meclisinde, tevhîd red ve Aryüs tard [aforoz] edildi. Teslîsin üçüncü tanrısı dedikleri, (Rûh-ul- kuds)ün ne olduğunu kendileri de bilmiyorlar. Îsâ aleyhis- selâm, annesi (Meryem-i azrâ)nın batnında, Rûh-ul-kuds- den meydâna geldi diyorlar. İslâmiyyetde Rûh-ul-kudsün, Cebrâîl isminde melek olduğu bildirildi[1].
Şemseddîn Sâmî beğ 1316 [m. 1898] târîhli [Kâmûs-ül- a’lâm) kitâbında diyor ki: İslâm dîninin peygamberi, Mu- hammed aleyhisselâmdır. Babası Abdüllah, dedesi Abdül- muttalib bin Hâşim bin Abd-i Menâf bin Kusay bin Kilâb-
[1] (Îzâh-ul-merâm) kitâbını, Manastırlı Abdüllah Abdî bin Destân Musta- fâ beğ yazmışdır. Kendisi, 1303 [m. 1885] de vefât etmişdir “rahmetulla- hi aleyh”. Kitâb, 1288 [m. 1871] de İstanbul Edirnekapı hâricinde, Mus- tafâ pâşa tekkesi şeyhi Yahyâ efendi matbaasında tab’ edilmişdir.
– 121 –
dır. Târîhcilere göre, mîlâdın 571. ci senesinde, Nisan ayı- nın yirmisine rastlıyan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci pa- zartesi gecesi, sabâha karşı, Mekke şehrinde dünyâya gel- mişdir. Annesi, Vehebin kızı Âmine, Âminenin babası da, Abd-i Menâf bin Zühre bin Kilâbdır. Kilâb, Peygam- berimizin babası olan Abdüllahın büyük dedesidir. Ab- düllah, ticâret için Şâma gidip, avdetinde Medîne civârın- da (Dâr-ün-nâbiga)da vefât etdi. Yirmibeş yaşında idi. Oğlunu göremedi. Beş sene, süt annesi Halîmenin kabîle- sinde kaldı. Bu Benî Sa’d kabîlesi, Arabistânın en fasîh, en güzel konuşan kabîlesi idi. Bunun için, Muhammed aleyhisselâm pek fasîh konuşurdu. Altı yaşında iken, Âmine, oğlunu Medînedeki dayılarına götürüp, orada ve- fât etdi. Dadısı, Ümm-i Eymen kendisini Mekkeye geti- rip, Abdülmuttalibe teslîm etdi. Sekiz yaşında iken Ab- dülmuttalib de vefât ederek, amcası Ebû Tâlibin evinde kaldı. Oniki yaşında iken, Ebû Tâlib ile, ticâret için Şâma gitdi. Onyedi yaşında iken, amcası Zübeyr Yemene gö- türdü. Yirmibeş yaşında iken, Hadîce “radıyallahü an- hâ”nın kervânı ile, ticâret için, Şâma gitdi. Aklı, edebi, gü- zel ahlâkı ve çalışkanlığı ile meşhûr oldu. İki ay sonra, Hadîce ile izdivâc eyledi. Kırk yaşında iken, Cebrâîl is- minde melek gelerek, peygamber olduğu bildirildi. En ev- vel Hadîce, sonra Ebû Bekr ve çocuk olan Alî ve Zeyd bin Hârise îmân etdi. Kırküç yaşında iken, herkesi dîne da’vet etmesi emr olundu. Müşrikler, ezâ, cefâ etdiler. El- liüç yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile Medîne-i mü- nevvereye hicret etdi. Mîlâdın 622. ci senesi Eylül ayının yirminci ve Rebî’ul-evvelin sekizinci pazartesi günü, Me- dînenin Kubâ köyüne geldi. Hazret-i Ömer halîfe iken, bu senenin Muharrem ayının birinci günü, (Hicrî kamerî) sene başı kabûl edildi. Temmûz ayının onaltıncı cum’a gü- nü idi. Eylülün yirminci günü de, (Hicrî şemsî) sene başı oldu. 623. cü mîlâdî sene başı, hicrî şemsî ve kamerî sene- lerin birincisinde oldu. Kâfirlere karşı gazâ ve cihâd yapıl- ması emr edilince, hicretin ikinci senesinde (Bedr gazâsı) oldu. 950 kâfirden elli kişi katl ve 44 ü esîr edildi. Üçüncü
– 122 –
senede (Uhud gazâsı) oldu. Kâfirler üç bin, müslimânlar 700 kişi idi. 75 Sahâbî şehîd oldu. Bu senede, kadınların örtünmelerini emr eden âyetler nâzil oldu. Dördüncü se- nede (Hendek gazâsı), beşinci senede (Benî Mustalak ga- zâsı) oldu. Altıncı senede Hudeybiyede (Bî’at-ür-rıdvân) anlaşması oldu. Yedinci senede (Hayber gazâsı) oldu ve Bizans hükümdârı Kaysere ve Îrân şâhı Kisrâya islâma da’vet mektûbları gönderildi. Sekizinci senede Herakliyü- sün rum ordusu ile (Mûte gazvesi) oldu ve (Mekke feth) edildi ve (Huneyn gazâsı) oldu. Dokuzuncu senede, (Te- bük gazâsı)na gidildi. Onuncu senede (Vedâ’ haccı) yapıl- dı. Onbirinci senesinde, onüç gün hummâ hastalığı olup, Rebî’ul-evvelin onikinci pazartesi günü, mescidine bitişik odasında, 63 yaşında vefât etdi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” dâimâ güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Mübârek yüzünde nûr parlardı. Gö- renler, âşık olurdu. Hilmi, sabrı, güzel ahlâkı, binlerce ki- tâbda yazılıdır. Hadîceden “radıyallahü anhâ” iki erkek, dört kız evlâdı oldu. Mısrlı Mâriyeden de bir oğlu oldu.
64.cü sahîfe, 15.ci maddenin dipnotu:
Büyük âlim, seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” İstan- bulda yazmış olduğu (Eshâb-ı kirâm) risâlesinde diyor ki, (Resûlullahın mübârek kızı hazret-i Fâtıma ile kıyâmete kadar, çocukları, Ehl-i beyt- dirler. Bunları, âsî olsalar da sevmek lâzımdır. Bunları sevmek, kalb ile, beden ile ve mal ile yardım, hurmet ve haklarına ri’âyet etmek, îmân ile ölmeğe sebeb olur. Sûriyenin Hamâ şehrinde, seyyidler için mahkeme vardı. Mısrdaki Abbâsî halîfeleri zemânında, Hasenin “radıyallahü teâ- lâ anh” evlâdlarına (Şerîf) ismi verilerek beyâz sarık sarmaları, Hüsey- nin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdına (Seyyid) ismi verilerek, yeşil sarık sarmaları tensîb edildi. Bu mübârek sülâleden doğan mübârek çocuklar, iki şâhid ile, hâkim huzûrunda tescîl edilirdi. Sultân Abdülmecîd Hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında mason Reşîd Pâşa, ingilizlerin emri ile, bu mahkemeleri kaldırdı. Soysuz ve mezhebsiz olanlara da sey- yid denildi. Uydurma acem seyyidleri her tarafa yayıldı. (Fetâvâ-i-hadî- siyye)de diyor ki, (İslâmiyyetin ilk zemânlarında, Ehl-i beytden olanla- rın hepsine şerîf denilirdi. Meselâ, şerîf-i Abbâsî, şerîf-i Zeynelî denirdi. Fâtımî sultânları şî’î idi. Yalnız Hasen ve Hüseyn evlâdına şerîf dediler. Mısrdaki Türkmen sultânlarından Eşref Şa’bân bin Hüseyn 773 [m. 1371] senesinde, seyyidlerin şerîflerden ayrılmaları için, yeşil sarık sar- malarını emr eyledi. Bu âdetler her yere yayıldı ise de, şer’î bir değeri yokdur.) (Mir’ât-i kâinât)da ve (Mevâhib-i ledünniyye)nin türkçe terce- mesinde ve Zerkânî şerhinde, yedinci maksadın üçüncü faslında, bu hu- sûsda tafsîlât vardır.)
– 123 –
Fâtımadan mâadâsı kendisi hayâtda iken vefât etdiler. (Kâmûs-ul-a’lâm)ın yazısı burada temâm oldu.
İmâm-ı Gazâlî, (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, kullarına, peygamberler gönderdi. Bu bü- yük insanlar vâsıtası ile, kullarına, se’âdete ve felâkete se- beb olan şeyleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, en üstünü ve sonuncusu, (Muhammed) aleyhisselâmdır. Bü- tün insanlara, her millete peygamberdir. Dünyânın her yerinde, herkesin O yüce Peygambere inanması ve Ona tâbi’ olması lâzımdır).
SONSÖZ
Hulâsa, (Din) demek, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri
ve yapılması lâzım olan ibâdetleri ve dünyâda ve âhiretde se’âdete kavuşmağı öğretmek için, Allahü teâlâ tarafından Peygamberlere bildirilen ahkâm demekdir. İnsanların, nok- san aklları ile söyledikleri evhâm ve hayâllere din denmez. Akl, dînin emr ve yasaklarını anlamağa ve bunlara uymağa yarar. Emr ve yasaklardaki esrârı ve bunların hakîkatlerini, sebeblerini anlıyamaz. Bunların üzerinde fikr yürütemez. Bu hikmetler, Allahü teâlânın, Peygamberlere bildirmesi ile ve Evliyânın kalblerine ilhâm ve tecellî olunması ile öğrenilir. Bu da, ancak Allahü teâlâ tarafından ihsân olunur.
Şimdi, dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşmak ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, müslimân olmak lâzımdır. Müslimân olmıyana (Kâfir) denir. (Müslimân olmak) için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna (Îmân et- mek) [inanmak] ve (İbâdet etmek) lâzımdır. İbâdet, bütün sözlerini ve işlerini Muhammed aleyhisselâmın dînine uy- durmak demekdir. İbâdetleri hiçbir menfe’at düşünmiye- rek, yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için, yapmak lâzım- dır. (Ahkâm-ı islâmiyye), Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîf- lerde bildirilmiş olan (ahkâm) [emrler ve yasaklar] demek olup, fıkh, ya’nî ilm-i hâl kitâblarından öğrenilir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi ya’nî her müslimânın yapması ve sakınması emr edilen ahkâmı, öğrenmek, erkeklere de, kadınlara da (Farz-ı ayn)dır. Bunlar, insânları, rûhî ve bedenî hastalıklardan muhâfaza eden devâlardır. Tıb, san’at, ticâret ve hukûk bil- gilerini öğrenmek için, liselerde ve üniversitelerde, seneler-
– 124 –
ce çalışıldığı gibi, (İlm-i hâl) kitâblarını ve arabî lisânını öğ- renmek için de, senelerce çalışmak lâzımdır. Bunları öğren- miyenler, ingiliz câsûslarının ve bunlara aldanmış ve satılmış olan din adamı şeklindeki münâfıkların ve zâlim, hâin devlet adamlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanarak, dünyâda ve âhiretde felâketlere, azâblara sürüklenirler.
(Kelime-i şehâdet)i söylemeğe ve inanmağa (Îmân) de- nir. Söyliyen ve ma’nâsını bilip inanan kimseye (Mü’min) denir. (Kelime-i şehâdet) (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eş- hedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh)dür. Ma’nâsı, (Allahdan başka ilah [ma’bûd] yokdur ve Muhammed aley- hisselâm, Onun kulu ve bütün insanlara gönderdiği resûlü- dür). Ondan sonra hiç Peygamber gelmiyecekdir, demekdir. (Merâkıl-felâh) kitâbının Tahtâvî hâşiyesinde, kazâ nemâz- ları sonunda diyor ki, (Allahü teâlânın, yalnız var olduğu- na inanmak kâfî değildir. Şerîki var diyen kâfirler de, var ol- duğuna inanıyor. Mü’min olmak için, hem var olduğuna, hem de, [bir, diri, kâdir, âlim, irâde sâhibi gibi] sıfatları ol- duğuna, herşeyi gördüğüne ve işitdiğine ve Ondan başka ya- ratıcı olmadığına da inanmak lâzımdır). Muhammed aley- hisselâmın, (Resûl=Peygamber) olduğuna inanmak demek, her sözünün, Allahü teâlâ tarafından Ona bildirilmiş oldu- ğuna inanmakdır. Allahü teâlâ, (İslâmiyyet)i, ya’nî îmân ve amel bilgilerini Kur’ân-ı kerîm vâsıtası ile, Ona bildirdi. Yap- mak için olan emrlere (Farz) denir. Yasaklara (Harâm) de- nir. İkisine birden (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. Bir insan, müslimân olur olmaz, insanlar arasına yayılmış olan islâm bilgilerini öğrenmesi, ona hemen farz olur. Bunları öğren- meğe ehemmiyyet vermezse, öğrenmeğe lüzûm yok derse, îmânı gider, (Kâfir) olur. Kâfir olarak ölen bir kimsenin, âhiretde hiç afv olunmıyacağı ve Cehennemde ebedî, son- suz yanacağı âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde, açıkca bildirilmişdir. (Mektûbât Tercemesi) kitâbımızdaki 266. cı mektûbda da uzun yazılıdır. Îmânı gidene (Mürted) denir. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere, doğru olarak inanan- lara (Ehl-i sünnet) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli ol- duğu için, herşeyi açık olarak bildirmedi. Ba’zılarını kapalı olarak bildirdi. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanıp da, ba’zı yerlerine, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri
– 125 –
gibi ma’nâ vermiyenlere (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizler- den, yalnız kapalı bildirilmiş olan îmân bilgilerine yanlış ma’nâlar verene (Bid’at ehli) veyâ (Sapık) müslimân denir. Açık bildirilmiş olanlara yanlış ma’nâ verene (Mülhid) de- nir. Mülhid, kendini müslimân bilir ise de, kâfirdir. Bid’at sâ- hibi kimse, kâfir değildir. Fekat, muhakkak Cehennemde çok azâb görecekdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin hak yolda ol- duklarını, üstünlüklerini bildiren kitâblar arasında, Sûdânlı, fazîletli Muhammed Süleymân efendinin (Mahzen-ül-fıkh- il-kübrâ) kitâbı çok kıymetlidir. Müslimân olmadığı hâlde, müslimân görünerek, açık bildirilmiş olan bilgilere, kendi aklına, fen bilgilerine göre bozuk ma’nâlar vererek, müsli- mânları aldatan kâfirlere (Zındık) denir.
Ehl-i sünnet âlimleri, ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı bildi- rilmiş olan kısmlarından, ba’zılarını, farklı anladılar. Böyle- ce, amelde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, dört ayrı mezheb meydâna geldi. Bunlara, (Hanefî), (Mâlikî), (Şâ- fi’î) ve (Hanbelî) mezhebleri denir. Bu dört mezhebin îmânları aynıdır. İbâdet yapmakda biraz farklıdırlar. Bir- birlerini din kardeşi bilirler. Her müslimân, dilediği mezhe- bi seçerek, bunu taklîd eder. Her işini, seçdiği mezhebe gö- re yapar. Müslimânların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Müslimânlara büyük merhametidir. Bir müslimân, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hâsıl olursa, başka bir mezhebi taklîd ederek, bu işi kolayca yapar. Başka mezhebi taklîd edebil- mek için lâzım olan şartlar (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında yazılıdır.
İbâdetlerin en mühimmi nemâzdır. Nemâz kılanın, müs- limân olduğu anlaşılır. Nemâz kılmıyanın, müslimân oldu- ğu şübhelidir. Bir kimse, nemâza ehemmiyyet verir, fekat özrü olmadığı hâlde, tenbellikle terk ederse, Mâlikî, Şâfi’î ve Hanbelî mezheblerinde, mahkemece katl olunur. Hane- fîde, nemâza başlayıncaya kadar habs olunur ve acele ka- zâ etmesi emr olunur. (Dürr-ül-müntekâ) ve (İbni Âbi- dîn)de ve Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği (Kitâb-üs-sa- lât)da diyor ki, (Beş vakt nemâzı, özrsüz terk etmek ve vaktinde kılmamak, birbirinden ayrı iki büyük günâhdır. Terk etdiği için kazâ etmek, vaktinde kılmadığı için, hac ve-
– 126 –
yâ tevbe etmek lâzımdır). Kazâ etmeyenin tevbesi zâten kabûl olmaz. Her gün, beş farz nemâzından evvel ve sonra kılınan (revâtib sünnetler) yerine de kazâ kılıp, büyük gü- nâhdan kurtulmak lâzımdır. Farz borcu varken, hiçbir sün- netinin ve nâfile nemâzlarının, sahîh olsalar bile, kabûl ol- mıyacağı, ya’nî, Allahü teâlânın va’d etdiği sevâblara, fâi- deli şeylere kavuşamıyacağı, mu’teber kitâblarda yazılıdır. Bu yazılar, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbımızda bildirilmişdir. Nemâzı özr ile fevt etmek, kaçırmak, (günâh) olmaz ise de, kılamadığı farzları da, acele kazâ etmesi, dört mezhebde de lâzımdır. Ancak, Hanefîde, nafaka temîni için çalışacak ze- mân kadar ve revâtib sünnetleri ve hadîs-i şerîflerde bildi- rilmiş olan nâfile nemâzları kılacak zemân kadar gecikdir- mesi câiz olur. Ya’nî, kazâları, bu sebeblerle gecikdirme- mesi, iyi olur. Özr ile fevt edilmiş farz borcu olanın, revâtib sünnetleri ve nâfileleri kılması, diğer üç mezhebde câiz de- ğildir, harâmdır. Özr ile fevt edilmiş nemâzlar ile özrsüz terk edilmiş nemâzları birbiri ile karışdırmamalıdır. Aynı olmadıkları, (Dürr-ül-muhtâr)da ve (İbni Âbidîn)de ve (Dürr-ül-müntekâ)da ve (Merâkıl-felâh)ın Tahtâvî şerhin- de ve (Cevhere)de açık yazılıdır.
[Köyde, yolda, nemâz kılmak için kıble cihetini bilmek lâzımdır. Bunun için, güneş gören bir toprağa bir çubuk di- kilir. Yâhud bir ipin ucuna anahtar, taş gibi bir şey bağlanıp sarkıtılır. Takvîm yaprağında yazılı (Kıble sâati) vaktinde, çubuğun, ipin gölgesi kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneşe karşı tarafı kıble ciheti olur.]
13 Eylül 1996 günü İstanbulda çıkan (Türkiye) gazetesinde di- yor ki:
Batılı islâm düşmanları yeri geldiğinde, kaba kuvvet ile, yeri geldiğinde çeşidli oyunlarla elde etdikleri islâm devletlerini, islâm milletlerini asrlarca sömürdüler. Bu ülkelerin, yer üstü, yer altı ne kadar servetleri varsa bunları alıp götürdüler. Ayrıca ma’nevî yön- den hem dinlerini, hem de dillerini, örf ve âdetlerini kaybetdirdi- ler. Bu islâm düşmanı sömürgeci devletlerin başını İngiltere çeki- yordu.
İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünyâ hâkimiyetini te’mîn eden, onun, nihâyetsiz tabîî servetleri- dir. Sâdece birinci dünyâ harbinde, ingiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almışdır.
– 127 –
Bunların çoğunu Osmânlı Devletini parçalamak için kullanmış- dır. Barış zemânında ise, İngilterenin muazzam sanâyı’ini yaşatan, ingiliz ekonomisini ve mâliyesini takviye eden Hindistandır.
Hindistanın diğer sömürgelerine nazâran çok önemli olmasının iki sebebi vardı: Birincisi, dünyâyı sömürmelerine en büyük mâni’ olarak gördükleri İslâmiyyetin Hindistanda yayılması ve burada müslimânların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistanın tabîî zengin- likleridir. Hindistanı elde tutabilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bü- tün tabîî zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketi- ne taşımışdır.
Osmânlı imperatorluğundaki hareketleri titizlikle tâkib etmek ve çeşidli siyâsî oyunlarla Osmânlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistana yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, ingiliz siyâsetinin esâsı idi.
İngilizler, Osmânlı-Rus harbi sırasında, Hindistanı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet i’lân etdiler. Meşhûr masonlardan Mit- hâd Pâşanın Osmânlı devletini harbe sokması, İslâmiyyete yapdığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül’azîz Hânın şehîd edilme- si de, İngilizlerin oyunu idi.
İngilizler, kendi yetişdirdikleri adamları Osmânlı devletinde önemli makâmlara getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmân- lı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafâ Reşîd Pâşa son sadra’zamlığında, altı günlük sadra’zam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslimânlarına yapdığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etdi. Dahâ önce de, Hindistandaki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslimânları basdırmak için, İngiltere- den gelen yardımın Mısrdan geçirilmesi için Osmânlılardan izn is- tediler. Bu izn de, yine masonlar vâsıtası ile verildi.
Hindistanda İngilizler halkı dinden uzaklaşdırmak için İslâm dî- ninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve çocuk mekteb- lerini kapatdılar. Halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd etdiler.
İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yap- dıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitâblarını, İslâm mekteblerini yok etdiler. Tam din câhili bir gençlik yetişdirdiler.
Sömürdükleri yerleri idâre edenlerin adları, Ahmed, Mehmed, Mustafâ, Alî gibi müslimân ismleri idi. Fekat İslâmiyyet ile ilgileri sâdece bu ism benzerliğinden ileri gitmiyordu. Bunların gösterme- lik parlamentoları olmuş, fekat hiçbir zemân bağımsız olmamışlar, hep ingilizlerin emri ile hareket etmişlerdir.
– 128 –

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder